15 Kasım 2013 Cuma

Fantastik, Psikolojik, Bir O Kadar da Gerçek Roman "İçindeyim"

Çisil yazdı...

“Kitabın son sayfasını da okudum. Şimdi uzun ve temiz bir çığlık atmak istiyorum, biraz da yürümek ve şükretmek. Vay canına!”
Bugün bitirdiğim kitabımın ardından ilk söyleyebildiğim cümleler bunlardı.

Size bahsetmek istediğim kitap, bana çok fazla şey vadeden bir yayınevine ait. Yitik Ülke Yayınları. Bir başka yazıda, nasıl buldum, neden çok sevdim hepsini anlatacağım. Ama şimdi günlerdir etkisinde olduğum ve maalesef bitirdiğim kitabımla ilgili yazmak istiyorum. "İçindeyim".

Şuanda bu kitabı tutan ellerinizin size ait olmadığını fark etseniz, ne yaparsınız? Tırnaklarınız, parmaklarınız ve avuç içiniz… Kendinizi bir anda, hiç tanımadığınız birinin bedeninde bulsanız…” Fantastik bir macera olduğunu iddia eden kitabımın arka kapağında yazanlardan bir bölüm aşırdım merakınızı arttırmak için. İnanın bana öyle değil!
Fantastik kurguları oldum olası çok severim. Hep eksik kalan tarafımızı tamamlamak için yaratılmış kaçış dünyaları olarak görürüm onları. Olağanüstü yaratıkları, mekanları, zaman akışları hep insan doğamdan sıyrılmama neden olur. Ve bu kitap kesinlikle öyle bir kitap değildi.
İnsandan daha insan olduğu gibi, herkesten daha çok bu dünyaya aitti. Karakterleri alt komşumuz, patronumuz, dün gece bindiğimiz taksinin şoförü, pizza siparişimizi getiren kurye, aile hekimimiz, ilkokul öğretmenimiz ya da biz… Mekanları, her gün söylenerek geçtiğimiz yollar, her sokağıyla caddesiyle, tam da bu şehir! Fantastik bir durumun bize sunduğu sonsuz psikolojiyle örülü bir roman… İpucu vermekten çok korkuyorum. Çünkü okurken, dik çıkışları, ani inişleri, duvara çarpmaları doya doya yaşayın istiyorum. Yüzleşin. Kaybolun.

Bizi bu fantastik ama bize ait dünyaya iten isim “Barış Çağrı Genç”. İşin en ilginç yanı bu kitabın, yazarın ilk romanı olması. İşin kötü yanıysa kitabımı kendisine imzalatamamış olmam. Ayrıca yazarın bir de “Radde” isimli öykü kitabı var. Romandaki bu derinliğin, öykü kitabında çeşitlilik olarak karşıma çıkacağı hissindeyim.

Reklamlarda bile gözlerimin dolmasına, çılgın umutlarımın yeşermesine, sevdiklerimin, sevmediklerimin kıymetini anlamama ve şükretmem gerektiğini hatırlamama neden olduğu için hem “İçindeyim”e hem de Barış Çağrı Genç’e sonsuz teşekkür ederim. Şimdi müsaadenizle, derin bir nefes alıp, tadına vararak bol bol su içip, ait olduğum şeylerin keyfini çıkartmaya gidiyorum.

Ah az kalsın unutuyordum! Bu kez bir de sürprizim var. Her kitabın bir şarkısı vardır, benim için. Ve bu kitabın şarkısını sizinle paylaşmak istedim. "Umay Umay - Dönemez" Umarım keyifle okuyup dinlersiniz. “Ben başka şarkı seçtim bu kitaba” derseniz onu da seve seve dinleriz tabi.
Çisil

13 Kasım 2013 Çarşamba

Bir maniniz yoksa belgeseller sizi izlemeye bekliyorlar!

Çisil yazdı...

Günümüzün en yaygın geyiklerinden biridir "Ay ben dizi izlemiyorum yaa. Televizyon karşısına ille geçeceksem anca belgesel falan!” Gerçekten bu kadar çok belgesel izleyen bir toplum muyuz ( daha da ötesinde bir nesil miyiz) bilemem. Fakat gerçek belgesel severler için bir müjde verebilirim.

13 – 17 Kasım tarihleri arasında, bir maniniz yoksa belgeseller sizi izlemeye bekliyorlar. Temel taşı, Belgesel Sinemacılar Birliği olan, Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali, bu yıl “An ve Zaman” temasıyla karşımızda! Bu temanın ardında, belgesel filmlerinin sözlerinin kalıcılığı ve zamansızlığı irdelenerek, ön plana çıkartılmak istenmiş. 16 yaş gününe yaraşır, geçtiğimiz 15 yılın en iyilerinden oluşturulmuş bir seçkiyle hazırlanmış. Ve sahiliyle, Çarşısıyla, öğrencisiyle, çalışanıyla, gazıyla, tomasıyla, çok sevdiğimiz Mimar Sinan’ın Sinan Paşa’sıyla, bağrımıza bastığımız Beşiktaş’a mevzilenmiş.


13 Kasım günü saat 18.00’de Beşiktaş Çarşı Balık Pazarı’nda, ikramlar, çalgılar sonrasında 9 dakikalık, L’equip Petit (Küçük Takım) belgesel gösterimiyle, festivalin açılışı yapılacak. Belgesel gösterimleri, Sahne Beşiktaş, Ortaköy Afife Jale Sahnesi, Levent Kültür Merkezi, Fransız Kültür Merkezi ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde günün hemen her saati devam edecek.



Gelelim en güzel habere… Tüm bu etkinlikler ücretsiz! Adresler aşağıda. Yolunuzu düşürün ve keyfini çıkarın.


Sahne Beşiktaş: Sinanpaşa Mah. Leşker Sok. No:1B Beşiktaş
Telefon: 0212 259 10 45 – 0536 421 62 38
Fransız Kültür Merkezi: İstiklal Caddesi No:4 Beyoğlu
Telefon: 0212 393 81 11
Levent Kültür Merkezi: Çalıkuşu Sok. No:2 Levent Beşiktaş
Telefon: 0212 325 73 71
Afife Jale Sahnesi: Mecidiye Mah. Dereboyu Cad. No:12 Ortaköy Beşiktaş
Telefon: 0212 236 10 27
Nazım Hikmet Kültür Merkezi: Ali Suavi Sok. (Sanatçılar Sok.) No: 7 Bahariye Kadıköy
Telefon: 0216 414 22 39
Cezayir Restaurant: Hayriye Cad. No: 12 Galatasaray Beyoğlu
Telefon: 0212 245 99 80

27 Ekim 2013 Pazar

Çıkan Ayın, Uzun Perşembesi

Çisil yazdı...

Herkese merhaba! Belki de en zoru, şu yazıya giriş cümleleri. Hele ki pek çok vakittir, buralara yeterince ilgi gösteremediğimizi düşünürsek. Ama inanın bilmeyene iyi haberler, bilene yerinde hatırlatmalarla geldik.

Nisan 2011. İstiklal'de yürüyorduk. Bize hiç hissettirmeden, sanki hep orada varmışcasına hayatımıza girdi. Sonra kasımda Galata'da karşımıza çıktı. Bu bir aşk hikayesi değil. Belki abartılı gelecek kulağınıza fakat bir metafor olarak aşk ona çok yakışır. Günümüzde tiyatro biletinin, elektrik faturasıyla, sergi ve müze girişlerinin, muhtelif markaların sezon tişört fiyatlarıyla aynı olduğunu görüp üzülüyorduk çünkü.  Kar amacı gütmeden bizi sosyal ve kültürel olarak toplayan, çarpan sonra evimize yollayan bi çatımız yoktu. Olanlar da zayıf ve tek yönlü kalıyor, tatmin etmiyordu. Ve işte bu sırada SALT'la tanıştık. Öğrencisi, tamı olmayan paylaşım platformumuz!

En son Bienal'de bi uğradık çıktık Beyoğlu SALT'a. (Bienalle ilgili yazamamış olmanın utancıyla konuyu buradan uzaklaştırayım hemen.) Ve bu Perşembe yolumuz yine düşecek gibi görünüyor! Çünkü SALT çıkmaz ayın son çarşambalarını değil, her ayın son perşembelerini seviyor.

Bir SALT geleneği olarak, her ayın son perşembesi 22.00'ye kadar açık ve rehberli turlar, film gösterimleri gibi aktivitelerle süslenmiş. Daha önce gece müze gezme deneyimi yaşadınız mı bilemiyorum ama inanın çok keyiflidir. Geçen yıl tam da bu zamanlar Pera Müzesi, Cadılar Bayramı konseptiyle "Müzede Korkulu Bir Gece" diyerek, 22.00'ye kadar açık kalmış, giriş ücretini verdiğiniz takdirde içerideki süreli ve sürekli sergileri gezme imkanı sağlamıştı. Müze kafeteryasında canlı korku müzikleri ve korku filmleri gösterimleri dışında farklı bir deneyim sunmamıştı. Yine de, o çaba bile heyecan vericiydi. Bunun dışında Avrupa Müzeler Gecesi kapsamında Arkeoloji Müzesinin 23.00'e kadar açık ve ücretsiz olduğu, çok eğlenceli olacağını tahmin ettiğim bir Mayıs etkinliği var. Bunun da zamanı değil. =)

SALT'ın bu ayki (31Ekim 2013) Uzun Perşembe etkinliğine dönecek olursak, (bizim kültürümüzün bir parçası olmasa da) Cadılar Bayramına denk geliyor olmasından faydalanılabilirdi diye düşündüm kendi kendime. Kim bilir, bir sürpriz de bekliyor olabilir bizi tabi ki. Gelelim bu ayki Uzun Perşembe programına.

SALT Beyoğlu'da saat 19.00'da, 5 Ocak'a kadar sürecek olan, Gülsün Karamustafa'nın sergisi "Vadedilmiş Bir Sergi"yi Türkçe ve İngilizce rehberli turlarla gezebilirsiniz.Saat 20.00'de ise Pınar Kür'ün romanından uyarlanan, Başar Sabuncu'nun yönetmenliğini, Gülsün Karamustafa'nın da sanat yönetmenliğini yaptığı, Müjde Ar'ın başrol oynadığı 1986 yapımı "Asılacak Kadın"ı izleyebilirsiniz. (86dk)

SALT Galata'da saat 19.00'da, 26 Aralık'a kadar sürecek olan, Elio Montanari'nin sergisi "Biri, Hiçbiri, Binlercesi"ni Türkçe ve İngilizce rehberli turlarla gezebilirsiniz. Galata'da film gösterimi yok. Bunun yerine "Osmanlı Bankası Müzesi"ni gezebilirsiniz. Ayrıca SALT'ın kocaman arşivi, SALT Araştırma da 22.00'ye kadar açık olacak.

SALT'ın Ankara ayağı SALT Ulus'ta saat 19.00'da Türkçe, 19.30'da İngilizce rehberli turlarla, 30 Kasım'a kadar sürecek olan Aslıhan Demirtaş'ın sergisi "Modern Denemeler 5: Aşı"yı gezebilirsiniz. Saat 20.00'de yönetmen Todd Southgate'in 2012 yapımı "Damocracy" isimli belgesel filmi izleyebilirsiniz. (34dk)


Ben haberimi verdim, hatırlatmamı yaptım. Şimdi köşeme çekilip kendi programımı yapayım. Siz de gezmeyi kafanıza koyarsanız bi yorum atın, belki tüm payandalar oturup bi kahve içeriz gezdikten sonra. =) İyi gezmeler!

Çisil.

10 Ekim 2013 Perşembe

Zamanı Yakalayamamak, Şimdi Yanılsaması ve Ötekileştirilmiş Geçmiş

Aydın Akduman yazdı..
Bir pazar akşamı bunalımında, şişelerin etrafında raks eden sigara dumanı altında demlenen üç gençtik ve haritada gösterilmeyen bir Kadıköy’deydik. Parmaklara sinen kül ve yitmişlik kokusu, uzun zamandır birbiriyle görüşmemiş bu insanların derinlere sakladığı yılgınlıklarını bir bir ortaya çıkardı. Üçümüzün de ortak noktası belliydi: Birlikte ya da ayrı; birer geçmişe sahiptik ve yükü altında ezilmemek için, akla gelmeyecek uğraşlarla geçmişimizi ötekileştirmiştik. Çevremize yansıtmamayı tercih ettiğimiz bu öteleme çabamızı ortaya çıkaran, aynı dili konuşuyor olmanın verdiği rahatlık ve bu rahatlığın sonucunda kırılan direncimize aslında çok da ihtiyacımız olmayışıydı. Nihayetinde etrafımızda salınan her bir detay, birer iğne olup gözbebeklerimize batıyordu ve bundan kaçınmanın pek de bir anlamı yoktu.
Üçümüz de geçmişimizi hem bir yük olarak görüyor, hem de ondan kaçmadan şimdimizin yanılsamasını gelecek umutlarıyla doldurmanın çabası içine giriyorduk.  Belirli bir yaşa gelmiştik ve toplumun bizden bazı beklentileri vardı. Bu beklentileri geçmişimizin gölgesinde yaşayarak karşılayamazdık. Ailelerimizin her mutsuz ailede olduğu gibi kendine özgü mutsuzluklarının olduğunu kabullenmemiz gerekliliği omuzlarımıza çörekleniyordu. Planlarımızın şimdide yok olmasına karşı elimiz kolumuz bağlıydı ve zaman hiçbirimizi beklemeden akıp gidiyordu. Tek bir çıkar yol vardı: Geçmişimizi, sanki bize ait olmayan bir yaşamın öyküleştirilmiş hali olarak birbirimize sunmak. Bu, anlatmak istediğimiz her şeyin, sanki hayatlarımıza hiç değmemişçesine şekillenmesinde büyük bir rol oynuyordu. Yaşantılarımız, dilimizden döküldüğü gibi ve anda, hangi avına koşacağını şaşıran vahşi bir hayvanın donakalmışlığıyla bir süre havada asılı kalıyor, ardından sahiplenilmeyeceğinin bilincinde olarak, döküldüğü yerde parçalanıp gözle görülemeyecek bir varoluşun parçası haline geliyordu.
Anlatılarımızın biz-olmayana sürüklenmesi, normlardan uzak fikirlerimizin geleneksel yönümüzle çatışması, benimsetilmiş fikirlerimizin karşı çıkmalarımızla yıkılmasını umarken bilincimizin ötesinde çoktan bir ormana dönüşmüş olması; bunlardan hiçbiri ateşli söylemlerimizin önüne geçemiyordu. Gırtlaklarımızı ıslattıkça ötekileştirilmiş geçmişimizin gölgesi olmadan rahatlıkla savaşıyorduk Yel Değirmenleriyle. Bizler farklı bir nesildik, bir önceki neslin reddi, bir sonraki neslin mimarıydık. Sıktığımız yumruklarımız vardı ve inanmazsınız ama hepimiz akıl almaz yeteneklerle donatılmıştık. Karşımızda hiçbir şey duramazdı. Hedefler koyabilir, bu hedefleri istesek parmağımızın ucunda oynatabilirdik. Evet, bütün bunları yapabilirdik -ta ki söylemlerimiz duraksayıp, bakışlarımız masaya saplanana kadar.
O an, bize ait değilmişçesine bir köşeye attığımız geçmişimizin hala masanın üzerinde olduğunun farkına vardık. Ne yok olmuş, ne de ötekileştirilmiş bir biçimdeydi. Oradaydı, ve keskin hatlarıyla asla göz önünden kaybolmayacak bir leke gibiydi. Sersemlemiştik. Bir düşten uyanıp, üzerinde hiçbir şey olmadan sabaha kadar üşümüş bir insanın tedirginliği içindeydik; geçmişimize sarınmak istiyorduk ama soğuk çoktan içimize işlemişti. Göz göze geldiğimizde, geçmişlerinin gölgesinden asla kaçamayacaklarının farkına varan insanların aksine, birbirimize yitmişlik ve umudun kaynaştığı bir manayla baktık. Anladık. Tekrar, tekrar. Anlamanın verdiği dayanılmaz ağırlıkla hesabı ödeyip her birimiz kendi köşemize çekilmek üzere yola koyulduk.
Araçlarımız makul bir hızda ilerlerken, hepimiz yolun kenarından kayıp giden binalara, araçlara, ışık huzmelerine ve hiç yok olmayacakmış izlenimi veren karanlığa, bir daha elde edemeyeceğimiz geçmişimizin bir yansımasıymış gibi bakıyorduk. Bir sonraki gün hepimiz uyanacak ve kaldığımız yerden devam edecektik.
Borges ve Papini’nin anlattığı da buydu işte: Hepimizin, kendisinden nefret edebileceğimiz bir geçmişe ihtiyacı vardır; şimdimizin bir yanılsama olduğunu ve geleceğimizin belki de hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan umut ve tasarılarımızla dolup taşabileceğini bize hatırlatacak, rahatlıkla ötekileştirebileceğimiz bir geçmiştir bu ve varlığı sayesinde hayatımızı sonlandırmaktan kaçındığımız bir-başkası, yani bir nevi kurban biçimini alır. Borges, kendini kurbanın düşü olarak tasavvur edip ötekileştirirken, Papini bu cahil geçmişi sudaki yansımasında boğmayı tercih ediyordu. Fakat hiçbiri geçmişinden kaçamadığı gibi, Yel Değirmenlerine karşı olan savaşta da başarılı olamıyordu.
Geçmiş her zaman kazanıyordu.
Aydın Akduman

9 Eylül 2013 Pazartesi

Nasıl (Yine) İşsiz Kaldım?

Çisil yazdı...

İş hayatında başıma gelenler, çöldeki bedevinin başına gelmemiştir. Zaten eğitim süreci yeterince külfetliyken, iş hayatında biraz rahat nefes almak mimarların hakkı diye düşünüyorum. Çemkirmeye başlayacak olursam durum şu:

Tek tercihim. Ölüyorum mimar olamazsam diye korkudan. İlk senem. 10 sene
daha hazırlanmaya razıyım. Öyle yada böyle, ailemle oturduğum müzakerelerle, 4 senede bitirmek koşuluyla yerleşiyorum, "Mimarlık-Mühendislik Fakültesi, Mimarlık Bölümü"ne. Nasıl hevesli ve deliyim anlatamam. 50 kilo başlıyorum okula, 2 ay sonra 38 kilo kalıyorum. Uyku yok, yemek az, sigara çok. Hakaret işitip, projeni savunmayı öğreniyorsun, hisleri mekana dönüştürmenin kıvılcımı düşüyor daha yeni. Aslında (müteahhit kafasında değilse)  her mimarın içinde olan o acemi ve telaşlı hisleri fark edip ehlileştiriyorsun. Başkasının yüklediği sorumluluklarla iş yapmaya alışmışsın o güne kadar. Birey olmanın temel adımı, sorumluluklarını kendin belirlemeyi öğreniyorsun. Her neyse. Bilirsiniz işte. Sonraki seneler de de aynı tempoda çalışmaya devam ettim. Projelerim "hiç proje beğenmez" denen hocalard
an A aldı, yarışmalar için aday gösterildi, hocalar yan çizdi kaldı. Yani hevesim hep kursağımda kaldı. Aynı gün aynı saatlerde hem "Yapı Fuarında" hem "Yapı Bilgisi Dersinde" hem "Tarihi Kentlerin Koruma Sorunları Konferansında" olmamız beklendi bizden. Nasıl oldu bilmiyorum ama hepsine de yettik bi şekilde. Boşuna demiyorum Superkız'ım diye. Okul çıkışı yeni AVM'yi görüp, mimari açıdan eleştirmemiz de istendi, AVM içindeki sinemanın akustik sorunlarını incelememiz de, oturup ertesi güne projeyi 1/100 ölçeğe kadar detaylandırıp getirmemiz de. Takıldığımız barda, barmenin yanında durmak farzdı. Anatomik, ergonomik ve psikolojik sınırları kavramak ve tasarlamak için. Hem eskiz çizer, hem içerdik napalım. =)

Sonra ne mi oldu. 18 kişilik bir atölyede 12 kişi kaldık! Hem de bana o A'ları veren hoca bıraktı bizi. Şaka
gibi. Adın çıkacağına canın çıksın derler ya. Bi kere kalınca, kara leke yapışıyor insanın alnına. 175x200 maketleri yapan ben değilmişim gibi tembel damgası yedim mi?! Sonra 5 yarıyıl boyunca yalnızca proje dersi aldım.  Böylece okurken iş hayatına atılanların arasına sıkıştım. Staj yaptığım yer, ablam diyeceğim tatlı bir mimarındı. Bana da kapısı hep açıktı, o yüzden ilk senelerde bile parasız pulsuz gider çalışırdım. Sonuç, bugün Marmara Ereğlisi'nden geçerken, "Bu okulun iç mekan çizimlerini ben yaptım, Feza Ablayla beraber seçmiştik." "Aaa Carousel Journey ilk başladığım hafta çizmiştim." "Ahahaha Forum daha şantiyeyken biz rölöve almaya giderdik naber." oldu. Hayatımın en güzel patronu, iş arkadaşlıkları, ürünleri orada çıktı.

Ama mimar kişisi büyük ölçekli projeye alıştığı için, iç mekan bi süre sonra kesmez. Bu kez 4 araç değiştirerek Avrupa yakasının bir ucundan çıkıp, Feneryolu'na (Bağdat Caddesi) gitmeye başladım. Lojistik merkezleri, farbrikalar, tershane ofis birimleri... Ama birkaç sorun vardı. Maaşım zaten 3 kuruş olduğu gibi, bir de zamanında yatmıyordu. Sigorta için aldığı belgeleri kaybeden patronum, personeline gülümsemek hatta günaydın demekten çok uzaktı. 1 maaşımı içerde bırakarak ayrıldım. Düşüncem şuydu: "Mimar insanı ne anlar işletmeden, ticaretten. Ofis idaresinden anlayan bi yerde işe başlamalıyım." Bu kez İstanbul'un diğer ucu Beylikdüzü'nde başladım. Bir Grup Şirketinin, inşaat departmanı olduğu kanısındaydım. Patronum ekonomistti. Bu kez kazıklanamazdım. İnanmazsınız rüya gibiydi. Adıma hemen kart basıldı, belediye başkanı, imar müdürü, hatta milletvekili tanıdım. Öğreneceğim çok şey vardı burada. Ta ki bir gün patron gelip, Irak'ta o anda projesini çizmekte olduğumuz adama "yumurta" ihraç etmek istediğini ve teknikerimi bu konuna piyasa araştırması yapmak için görevlendirdiğini söyleyene dek. Sonra zaten bi daha hiç bişey yoluna girmedi. Ne zaman ki elinde bir çekle karşıma dikilip, "muhasebeciyi de tanıyorlar beni de, o yüzden bu çeki sen tahsil et benim hesabıma yatır" dedi, işte o gün çantamı alıp çıktım. Üstüne gitmedim ama, o rüyanın bi paravan oluğunu da biliyorum. Kısacası ucuz atlattım.

Ve sonra Mecidiyeköy'de başladım işe. Çok zaman olmadı. 18.00'de biten mesaim 20.00'ye çekildi, habersiz. Sanki bahçede köpeğine attığı topu istermişcesine tavırlar, çizdiğim tertemiz proje yüzünden bile azarlanmalar. İnanmazsınız, günde mutlaka 1avan, 1 belediye projesi çıkartıyordum. Benden mükemmel ötesi olmamı beklerken, maaşımı bile vadedilen günde alamadım. Ofiste yalnız çalışıyorum. Hazırlanacağı söylenen haklarımı gözeten sözleşme, unutuldu. Ofisten 19.30da çıkmak istiyorum yoruldum dedim diye azarlandım. Arife günü çalıştım, geç çıktım, ailemin yanına gideceğim otobüsü kaçırdım. 30 Ağustosta çalıştım. 17.30a kadar projeyi ne tabletten, ne laptoptan kontrol etmeyen insan, o saatte gelip beni kaprisleriyle, özel görüşmeleriyle 19.30a kadar oyaladı. Kapıda sevgilimi, hastanede arkadaşlarımı saatlerce beklettim, çıkmam lazım dedikçe, işim uzatıldı. Öğle aram 15dk'ya kısaldı. Eve 2 saatte dönebildim, yemeğimi hazırladım, yiyemeden uyudum, tükendim. Şimdi buradan da çığlıklar atarak kaçmak üzereyim. Haksızım 15 gün önceden söylemedim. Aldığım maaş, her yerde alacağım kadar.

Karamsarım. Onca eziyetten sonra, bir şeyler öğrenebileceğim, öğretebileceğim, ait olabileceğim bir yerde çalışmak istiyorum. Görgüsü, terbiyesi, kültür seviyesi bana yakın (en azından bir) insan(lar)la aynı ortamda çalışmak istiyorum. Seyahat engelim yok, kaprisim yok, yakında çocuk doğurma ihtimalim yok, patron arkasını dönünce kaytaran yapım yok. Gel gör ki bugün konuşup, kaçtıktan sonra, yarın sabah artık bir işim de yok.

Not: İşten ayrıldım. 2-3 hafta, iş günlerimi azaltarak çalışmayı ve karşılıklı mağduriyeti önlemeyi öneren patronum, 2 saat sonra fikrini değiştirip yalnız beni mağdur etti. Ne diyebilirim ki, kesinlikle çok iyi oldu.

(Tüm bunları okuyup, "bizim komşunun torunun karısı mimar arıyordu, bi sorayım" diyen olursa CVmi atarım. hea ben evi elden geçiriyorum bi el at diyen olursa da atarım. iletişin benimle yeter ki =)

Çisil

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Erdek Sahili, Babylon, Lübnan... Hala Tanışmamış Olanlara: İbrahim Maalouf!

Deniz Özcan yazdı..

2012 yazı... Erdek, Çuğra mevkinde... Öyle bir koy düşünün ki deniz çarşaf, yıldızlar birer spot, hafif rüzgar ise oksijenin ciğerlerinize dolmasını sağlayan bir makine gibi. Bu koyda yer alan salaş bir sahil restoranında bira eşliğinde güneşi batırdıktan sonra akşam yemeği faslına geçilmiş. Güneşin yerine gelen parlak bir ay ve mehtabı eşliğinde, denizin dibinde kumun üstüne kurulmuş bir yaz akşamı sofrası; öznesi ise dostlarla paylaşılan rakı ...


Böyle bir keyif sofrasında, dostlardan bir tanesi hoşuma gideceğini düşündüğü bir parçayı dinletiyor. Elindeki cihazın kısıtlı hoparlöründen ilk olarak trompet sesi kulağıma ulaşınca melodi olmasa da müzik yabancı gelmiyor. Büyük bir keyifle Gevende dinleyen ve takip eden biri olarak o an kulağıma gelenler, arkadaşımın bende büyük bir etki yaratacağını düşündüğü parçayı, zihnimde sıradan (olası) bir parça haline getiriyor.

Sakin süren parça bitmeye yakın büyük bir patlama edasıyla yükselirken merakımı arttırmaya yetiyor. O an, daha sonra uygun bir ses sistemi ile müziği tekrar dinlemeyi kafaya koyuyorum. Parça bittikten sonra ne dinlediğimizin cevabı şöyle geliyor; İbrahim Maalouf, Beirut ... İlk Maalouf tanışıklığım da böylece gerçekleşmiş oldu.

Başka bir gün sessiz bir ortamda, iyi bir ses sistemi ile yeniden kulağıma gelen melodiler adeta damarlarıma nüfus ediyor. Sakin ve hüzünlü bir etki ile devam ederken bütün o durgunluğu aniden dağıtan yüksek ve coşkulu melodiler sizi neye uğradığınızı şaşırtan cinsten. Ve ardından sanki hiç bir şey olmamış gibi ilk melodilerin verdiği hüzün ile son bularak sizi allak bullak eden bir parça.

Böyle bir deneyimden sonra İbrahim Maalouf’un müziğine ilgi duymamak imkansız hale geliyor. İstanbul’da yaşamanın getirdiği kültürel faaliyetlere erişebilirliğin kolaylığı sayesinde Maalouf ile tanışmak çok da uzun zaman almıyor. İlk olarak 2012’nin Ekim ayında, Akbank Jazz Festivali kapsamında Garaj İstanbul’da bu müziği birebir yaşama fırsatı buldum. Büyük bir keyifle sonlanan konser bir sonraki Maalouf buluşmasına olan isteği heyecanla beraber canlı tuttu. 20-21 Mayıs geceleri Babylon’da gerçekleşen konserler bu heyecanlı bekleyişin uzun süreli olmamasını sağladı. 22 Mayıs doğum günüm olduğundan, 21’ini tercih ederek aynı zamanda Maalouf’un müziği ile yeni yaşımı kutlamak istedim.

Konser süresince bir de sürpriz vardı. Çeşitli noktalardaki kameramanlarla DVD kaydı yapıldı. İbrahim Maalouf ekibiyle beraber müziğini yine çok keyifli bir şekilde sergiledi. Trompette caz da vardı Arap nağmeleri de... Lübnan asıllı olması müziğinde Arap nağmelerini kaçınılmaz kılıyor. Bu sentezi de son derece başarıyla gerçekleştiriyor. Maloouf aynı zamanda çok da kaliteli bir ekibe sahip. Elektro gitar, bas gitar, klavye, üflemeli çalgılar ve davul eşlik etmekte. Konser süresince her birinin de sololarını dinleyebilmek mümkün. Özellikle davulda Xavier Rogé yaptığı solo ile dinleyenleri kendine hayran bıraktı.

Herkesin büyük bir merakla beklediği ise Beirut idi. Çünkü o parça az önce de tarif ettiğim gibi damarlara nüfus ediyordu. Ve beklenen an geldiğinde herkesin heyecanı biraz daha arttı. İbrahim Maalouf parçaya girmeden önce Beirut’un hikayesinden bahsetti. Nasıl bestelediğini anladıktan sonra parçanın etkisi kat ve kat artıyor. 1993 yılında henüz 13 yaşında iken kulağındaki kulaklıkla Beirut sokaklarını gezen Maalouf, savaşın harap ettiği binaları, yaşamları görüyor. Hissettiği duyguların melodilere dökülmüş hali; Beirut... Bence parçayı farklı kılan da hikayesini dinledikten sonra kulağınıza gelenler, savaşların getirdiği hüznü sonuna kadar vurgularken yıkıcılığını sert bir sesle anlatıyor. Ama sonundaki naif bitiş ile tekrar yaraları sarma refleksindeki yorgun duyguları yansıtıyor.

Konser bitiminde bir de harman dalı çalan İbrahim Maalouf, izleyenleri mest ederek herkesi tatmin eden bir konser gerçekleştirdi. O akşam bütün müzik ziyafetinin tek olumsuz yönü ise mekanın kalabalıkla yarışamayan havalandırması idi.
Son söz olarak; İbrahim Maalouf ile tanışmamış olanlar bir kurcalayın. Pişman olmazsınız... 

Deniz Özcan 


20 Mayıs 2013 Pazartesi

SALT GALATA ve "YERELDE MODERNLER"


Tuğba Erdil yazdı...
SALT GALATA ve "YERELDE MODERNLER"

Ustaları ve özgünlükleri, modernizm hayallerini stilize eden binalarıyla savaş sonrası Sovyet mimarlığına adanmış olan Yerelde Modernler Sergisi, mimarlık tarihi anlatımlarında Sovyet Mimarlığına dair eksik kalmış bu kesite dair detaylı bir bakış sunuyor, ilgilenenler için 8 Mayıs-11 Ağustos tarihleri arasında SALT’ın Galata’daki binasında izleyicilerini bekliyor. 



İstanbul; dünyada en çok hakeden şehirlerden biri olmasına rağmen, bir mimarlık müzesi bile olmayan güzelim şehrimiz. Neyse ki pratikte bu eksikliği büyük ölçüde gideren  Salt’ın Galata binası imdadımıza koştu. Eskiden Osmanlı Bankası olarak işlev gören, sonrasında Han Tümertekin’in başarılı restorasyonuyla Salt’ın Beyoğlu şubesine alternatif olacağı düşünülen bina, kanımca son zamanlarda İstanbul’un şimdiye dek hiç sahip olamadığı mimarlık müzesi boşluğunu dolduran hoş bir yer oldu. Sergi, wokshop ve konferanslarıyla gündemini sürekli yenileyen, mimari ve kentsel tartışmalar için dinamik bir alan yaratan bina, araştırma merkezi, leziz cafeteryası ve restoranı, çok sevdiğimiz Robinson Crusoe kitapçısı’yla sadece mimarlık öğrencileri, meslek çevrelerinden olanların değil, kentte olup bitenlerle ilgilenen herkesin nitelikli ve keyifli zaman geçirebileceği bir mekan.

SALT Galata, şu günlerde ilginç bir sergiye daha ev sahipliği yapıyor; Yerelde Modernler. Sergi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde (SSCB) modern mimarlığın mirasına odaklanıyor. Bir zamanlar birliği oluşturan 15 ülkeden derlenen örneklerin yer aldığı sergide, yerel mimarların 1960 ve 1970'lerdeki sıra dışı uygulamalarından 1980'lerdeki Kağıt Mimarlığı hareketinin eleştirel yaklaşımına geniş bir dönemin ürünleri inceleniyor. Yerelde Modernler, SALT için Georg Schöllhammer tarafından, Ruben Arevshatyan'ın desteği ve Local Modernities adlı araştırma projesinin temelinde hazırlanmış. Schöllhammer ve Arevshatyan'ın, Klaus Ronneberger, Markus Weisbeck ve Heike Ander ile birlikte geliştirdikleri Local Modernities, aynı zamanda Architekturzentrum Wien tarafından 2012'de düzenlenen Soviet Modernism 1955-1991 Unknown Stories adlı serginin yapılmasına vesile olmuştu.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasının üzerinden neredeyse 25 yıl geçmesine karşın, birliği bir arada tutmuş olan toplumsal doku eski imparatorluğun sınır ötesinde hâlen tanınmıyor. Bir yanda birlik duygusu yaratan, diğer yanda toplumsal çözülmede etken olan mimarlık ve şehircilik, bu dokunun en güçlü bağlarını teşkil ediyor. Tektip bir mekânda katmanlaşmış iç karşıtlıklardan muzdarip bu mimarlıklar kıtası, günümüzde keşfedilmeyi bekleyen başyapıtlarla dolu. Yerelde Modernler, bu coğrafyaya odaklanarak bütünüyle farklı bir toplum fikri için inşa etme teşebbüsünü inceliyor. Her şey 1953'te Stalin'in ölümünden sonra, "buzulların erimesi" olarak bilinen Kruşçev devrinde başladı. Ülkenin modernleşmesine yönelik yeni ideolojik çağrı, kent mekânlarının belirgin bir şekilde artmasıyla sonuçlandı. Bu durum, ekonomik kriz ve tükenen maddi kaynaklar nedeniyle darboğaza giren SSCB'nin son yıllarına dek sürdü. Toplumsal Gerçekçi mimarlık reddedildi; bilimsel ve teknolojik ilerleme ideolojisi yeni bir kentleşmeyi beraberinde getirdi. Sergide yer alan projeler, her bir cumhuriyetteki yerel planlama ofislerince tasarlanarak inşaat endüstrisinin standartlarına göre uygulamaya kondu. Mimarlar, Uluslararası Üslup'un yanı sıra 1920'lerin Sovyet Modernizmi mirasını deneyimlediler ve süratle Geç Modernizm dönemine özgü bir Sovyet dili geliştirdiler.

Yerelde Modernler, aslında modernizmin ruhunda var olan asıl meseleyi, “ulusal bir inşaat” ı anlatıyor, ya da Sibel Bozdoğan’ın Türk Modernizmini konu aldığı “Bir Ulus’un İnşaası” kitabında göz önüne serilen mimari bir dil birliği ile ulusallaşma yolunda verilen çabanın, Sovyet ülkelerindeki yansımaları gibi. Sergideki projelerin her biri, uluslara yeni bir kimlik kazandırma idealizmi, ve bu idealizmin verdiği büyük coşkuyla kendini sürekli yenileyen bir yeniden yapılanma projesi olarak ele alınabilir. Üstelik bunlar, her projenin hazırlanmasından uygulanma aşamasına kadar büyük bir coşku ve heyecanla hayata geçirilmiş projeler.

Bu coğrafyada da modern mimarlık, toplumu dönüştürmek için gönüllü misyonerliğine devam etmiş gibi görünüyor. Ancak projelerin hayata geçmesinden sonra yaşananlar, mimari eserin ve ideallerin, gerçek yaşamda kağıt üzerinde durduğundan çok daha farklı sonuçlar doğrduğu gerçeği ile yüzleştiriyor izleyiciyi. İlk tepklerin, modernizmin evrensel ruhuyla gerçekleştirilen projeler ile, yerellik vurgusu yapan diğer projeler arasında yaşanan bir gerilimden doğduğu da gözlenebilir. Nitekim henüz 1960'larda, mekân ve mimarinin endüstrileşmesine yönelik bu politikaya karşıt, eski tarihî şehri referans noktası alan eleştirel bir hareket yükseldi. Mimarlar ve yerel seçkinler, mimarlığın resmî esaslarına olan mesafelerini, bölgesel -ya da ulusal- kimlik arayışının bir teyidi olarak gördüler. Böylece, merkez Moskova bürokrasisinin baskın politikalarına meydan okuyan mimari bir avangart biçimlendi. Modernizmin her iki versiyonu -yerel modern ve Sovyet melez- farklı konumlanmış modern yaşam tarzlarını yansıttı.

Bir taraftan sergide, kaçınılmaz biçimde bir modernleşme pratiğinin gelişimi ve sonuçları da gözlenebiliyor. Bir yandan modernleşmeye, diğer taraftan yerel alışkanlıklarını sürdürmeye çalışan halkın, modern yapıların içerisinde yerelliklerini de yaşatma çabaları, mimar ile kullanıcı arasındaki alışverişin ince ve keskin gerilimini gözler önüne serer gibi. Kağıt üzerinde kurulan planlanış ve kusursuz yaşam biçimleri, yaşamsal pratikte balkonlarından çamaşırlar sarkan, özensiz ve kötü kullanılmış izlenimi yaratan cephelerinin giderek soluklaştığı bir çehreye bürünebiliyor. Modern mimarinin tartışılmaz üstünlüğünü ve kusursuzluğunu yansıtan toplu konutların, zamanla yerel halk tarafından ne derece benimsenip nasıl kullanıldığı konusunda, Taşkent depreminden sonra yapılan projeler fikir verir nitelikte. Modern mimarlık bir ideal kurmak istemişti. Bireylere birer kimlik vererek toplumsal bir projeye dönüşmüş ve kusursuz bir toplumsal yaşam pratiğini hayata geçirme hayalini kurmuştu. Mimarlar bir düş kurdular; ama bu düşün ne kadarı hayata geçti? Sonuçta modern konut, yerel kimliğe ve alışkanlıklara cevap verebildi mi? Modern ütopyayı yaratabildi mi? Bu düşlerin bazılarının hazin sonları, 1960’lı yıllarda, halk tarafından benimsenmediği için artık kullanılmak istenmediği gerekçesiyle temellerine yerleştirilen dinametlerle yıkılan Pruitt İgoe yerleşiminin başına gelenleri anımsattı bir taraftan da.

Hemen yanındaki Architects  filminden bir alıntı, kullanıcılar kadar mimarlar tarafından yaşanan hayal kırıklığını da gözler önüne serer gibi:

“ Mimarlar bir düş kurmuştu. Oysa artık mimarlık çok üzücü de olsa sanata ait niteliklerini yavaş yavaş kaybediyor, ve sonuçta mimara ne kalıyor? Biz ne düşünmüştük, onlar ne inşaa ettiler. Keşke bir proje gerçekleştirildiği zaman, tam mimarın hayalindeki gibi olsa.”  (“Architects” filminden, Yönetmen: Vilen Zakaryan)

 Tuğba Erdil



 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Online Project management