“-Kentlerle ilişkimiz rüyalarla olduğu
gibidir: hayal edilebilen her şey aynı zamanda düşlenebilir, oysa en
beklenmedik rüyalar bile bir arzuyu, ya da arzunun tersi bir korkuyu gizleyen
resimli birer bilmecedir. Kentleri de rüyalar gibi arzular ya da korkular
kurar; söylediklerinin ana hattı gizli, kuralları saçma, verdiği umutlar
aldatıcı, her şey başka bir şeyi gizliyor olsa da.
-Ne arzularım, ne korkularım var benim, dedi
Han, benim düşlerimi ya düşünce, ya da rastlantılar oluşturur.
-Kentler de düşüncenin ya da rastlantının
seri olduklarını sanırlar hep, ama ne biri ne öteki ayakta tutmaya yeter
onların surlarını. Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmişyedi
harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır...Ya da onun
sana sorduğu ve ille de yanıtlamanı istediği sorudur, tıpkı Theiba’nın
Sfenks’in ağzından sorduğu soru gibi ”
Italo Calvino \ Görünmez Kenler
Bu yazı sadece bu alıntıyla bile bırakılabilirdi. Bir kitaba
dair söylenebilecek ilk cümle sıradanlığını haketmeyen kitaplardan çünkü
Görünmez Kentler. “Calvino Görünmez
Kentler’de sizi kendi dünyasında yolculuğa çıkarıyor!” Peki ama bunu her yazar yapmıyor mu? Calvino
öykücülüğünü ya da Calvino’nun kent okumalarını farklı kılan nedir? Kente, ya da kent mekanına dair birşeyler söylemeden önce, kenti mi
tanımlamamız gerekir? Bu soruyu soracağımızı önceden bilir gibi, Calvino bizden
önce davranıp henüz kitabın başında çaktırmadan soruyor bize “Kent Nedir?”
diye. “Bugün kent kavramı bizim için ne
anlama geliyor? Onları kent olarak yaşamanın gittikçe zorlaştığı şu günlerde,
kentlere son bir aşk şiiri gibi bir şey yazdığımı düşünüyorum” diye de
ekliyor. Calvino’nun kente karşı takındığı bu duyarlı tavır, Platon’un imkansız
aşkını çağrıştırıyor bir yandan da. İdeal ve ideal olduğu için de imkansız olan
bu tür bir “Platonik” aşk gibi, Calvino yavaş yavaş örüyor kentlere dair
imgeleri ard arda. Bir noktada “insan bir kente aşık olabilir mi?” diye
sorarken, ya da bu sorunun cevaplarını kişisel tarihinizin yakın veya uzak
geçmişiyle bağlantı kurarak kendi içinizden verirken buluyorsunuz kendinizi.
Calvino’nun fiziksel verilerle algılanabileceği varsayılan “gerçekliği”
sorgulayışının “fizikötesi” cevaplarını bulmayı vaadettiği yolculuk teklifini
kabul ederseniz, kente bakışınız sonsuza dek değişebilir ve daha girdiğiniz ilk
kentte, gerçekle kurgunun birbirine karıştığı yeni bir çift göz edinebilirsiniz
kendinize. Alışılagelmiş mekan okumalarının çok ötesinde, gözün gördüklerinin
öznelliğini farketmeye, gördüklerinizin arkasındaki şifreleri bulup onları
çözmeye başlayabilir ve bu
Calvinoculuk oyununu (ya da simgesel dedektifçilik mi demek gerekir?)
sonsuz bir kentsel imge avına kadar vardırabilirsiniz.
Kitapta Marco Polo, fethettiği ülkeleri görme şansı olmayan,
sürekli savaştığı için kentlerin ruhunu anlamakta zorlanan Cengiz Han’ın,
İmparatorluğuna kattığı, fakat asla görme şansı olmayacağı kentlere gidip
buraları kendisine anlatması için görevlendirilmiş kahramanımız. Ne var ki
oraya hiç gitmemiş birine bir kenti anlatmak, ya da “yaşatmak”, bir köre fil
tarif etmek gibi bir şey değil midir? Üstelik Marco’nun da dilsiz bir gezgin
olduğunu da hesaba katarsak, kentlerin
tarifleri de tehlikeye mi düşüyor? Asla.. Böylece İmparator ve Marco arasında
bir oyuna dönüşen kentsel imge avı başlıyor artık. Marco’nun gittiğini varsaydığımız
kentler gerçekte var mı? Yok mu? Gerçekten gördüklerini mi anlatıyor Marco
Han’a? Yoksa görmek istediklerini mi? Adına “kent” dediğimiz o surlarla ya da
sınırlarla çevrili yer, fiziksel verileriyle
tanımlanabilecek bir koordinat
sistemi mi? Yoksa belleği, alışkanlıkları, hisleri, rengi hatta kokusu
olan, içinde yaşayan ve onun ruhunu biçimlendiren aktörleriyle nefes alan, ya
da nefes darlığı çeken..kısaca yaşayan,
canlı bir şey mi? Calvino, kahramanı Marco Polo’nun doğruları söyleyip
söylemediğinin avukatlığını yapmıyor, nitekim ne Marco’nun, ne Han’ın, ne de
okuyucunun umurunda bu kentlerin gerçekte var olup olmadığı. Ama Calvino önemli
bir ipucu veriyor Marco’nun anlattıklarına dair: “Benim Marco Polo’mun kalbinde
yatan, insanları kentlerde yaşatan gizli nedenleri, krizlerin ötesinde
değerleri olan nedenleri keşfetmek. Kentler birçok şeyin bira araya gelmesidir.
Anıların, arzuların, bir dilin işaretlerinin. Kentler takas yerleridir, tıpkı
bütün ekonomi tarihi kitaplarında anlatıldığı gibi, ama bu değiş tokuşlar
yalnızca ticari takaslar değil; kelime, arzu ve anı değiş tokuşlarıdır.
Kitabım, mutsuz kentlerin içine gizlenmiş, sürekli biçim alıp, yitip giden
mutlu kentler imgesi üstüne açılıp kapanıyor. “
Böylece Marco’nun yol arkadaşı olup, her yeni kentte “gerçekliğe” dair bildiklerinizi
unutup, bütün önyargılarınızdan arınmaya söz verebilirseniz, aslıda bir kente
dair söylenebilecek ne çok şeyin var olduğunu hayretle fark edebilirsiniz. Çünkü Marco’nun dediği gibi;
“ Her yeni kente geldiğinde yolcu, bir zamanlar kendisinin olduğunu
artık bilmediği bir geçmişini bulur yeniden: artık olmadığın, ya da sahip
olmadığın şeyin yabancılığı, hiç senin olmamış yabancı şeylerin eşliğinde
bekler.”
Kenti Marco’nun gözünden gezerken, kendi gözünüzü de tımar
ediyor, kentte olup bitenlerle ilgili algıçlarınızı daha bir açıyor ve hatta
kendi kentinizin hikayesini bile düşünmeye başlayabiliyorsunuz. Üstelik bu
hikayenin sadece size özgü olduğunu, kenttin size fısıldadığı sırların sadece
size özel fısıldandığını, bir başkası tarafından bambaşka anlamlara gelebilecek
bir şeyin, sizin zihinsel haritanızdaki renginin yalnızca size özel olarak
kalacağını bilerek. Bu yüzden bizler Marco’nun anlattıklarının gerçekten var
olup olmadığını bilmesek bile, keşiflerindeki öznel gerçeklik, Calvino’nun Kesişen
Yazgılar Şatosu’ndaki şu sözlerini anımsatıyor, “Hikayeye anlam katan ses değil,
kulaktır.”
Yine de Marco’nun gezdiği bütün kentlerle arasındaki şeyin
bir bağdan çok, gezginlere özgü bir ilişki, bir diyalog olduğunu bilmekte fayda
var. Belki de gittiği kentleri, en çok geri döneceğini bildiği için seviyor.
Oradaki günlerin, saatlerin, anların tükenebilir olduğunu bilmek, onu sıradan
gözlerle değil, meraklı gezgin çocuğun gözelerinden okumasını sağlayan şeyin
kendisi. Nitekim Marco da, bir kenttin orada yaşayan kişiyle, oradan “geçen”
kişiye bambaşka şeyler fısıldadığının farkında ve diyor ki;
“Kent girmeden geçen için başka, ona yakalanan ve bir daha asla
çıkamayan için başkadır; biri ilk kez geldiğin, diğeri geri dönmemek üzere terk
ettiğin kenttir; her birine farklı bir ad verilmeli; belki İrene’den başka başka
adlarla söz ettim daha önce; belki de sadece İrene’den bahsettim..”
Kent
içeriden başka, dışarıdan başka, ortasından, meydanından bambaşka şeyler
anlatıp duruyor Marco’ya, Han’a ve okuyucuya ve siz kurgunun gerçeğin yerini
almasına seve seve izin veriyorsunuz.
Çünkü hayal ürünü zannettiğiniz bu kentlerin her birinde, şaşırtıcı bir
biçimde kendi kentinizin, o ana dek orada olduklarını bile fark etmediğiniz parçacıklarını
topluyorsunuz bir taraftan da.
Rastlantısal ya da zorunlu olarak içinde yaşadığınız, bu gününüzü kuran,
çocukluk anılarınızda var olan, ya da bir şekilde yolunuzun düşüp içinden geçtiğiniz
veya sizin dünyanızdan geçerek unutulmaz izler bırakan kentlerin parçalarını
buldukça, Marco’nun anlatısı daha da samimi geliyor. O zaman Cengiz Han’ın
neden bu sonu gelmeyen sohbetlerdeki kent masallarını dinlemekten sıkılmadığını
anlıyorsunuz sanki. Her biri ise süpriz bir şekilde gelip sizin zihinsel kentinize
bağlanıveriyor. Marco, bir gezginin ne
kadar gezerse gezsin, zihninde hep sadık kaldığı, her defasında oradan çıkıp
yine oraya döndüğü bir tek kent olduğundan söz eder durur. Adını anmasa da,
anlattığı kentlerin her birinde bu kentten bir şeyler vardır hep. Ona göre,
gezginin zihninde yer eden, önce fark etmeden iliklerine, oradan da bilinçaltının
derinliklerine işleyen bir “ilk kent” tir diğer kentleri biçimlendiren. Sizin iliklerinizdeki kent hangisi bilemeyiz,
ama Marco’nun kenti Venedik..
“-
Hiç sözünü etmediğim bir kent kaldı.
Marco
Polo başını eğdi.
-Venedik,
dedi Han.
İmparator
istifini bozmadı.
-Hiç
duymadım oysa adını andığını.
Ve
Polo;
-Ne
zaman bir kent anlatsam, Venedikle ilgili birşeyler söylüyorum. .... Diğer
kentleri anlamak, farklılığını kavramak istiyorsam, gizli bir ilk kenten yola
çıkmak zorundayım. Benim için bu Venedik.
“
Bütün
keşiflerinde olabildiğince cömert davransa da, Venedik’i hem anlatmak, hem de
kendine saklamak istediğini kolayca anlayabilirsiniz Marco’nun;
“- Belleğin imgeleri bir kez dile vurulup sözlerle sabitleşti mi
silinip gider, dedi Polo, Belki de Venedik’i kaybetmekten, konuşarak onu bir
çırpıda kaybetmekten korkuyorum. Kim bilir, başka kentlerden konuşurken azar
azar onu kaybettim bile.”
Görünmez Kentler’in aslında yeterince dikkatle bakıldığında
görülebilir olduğunu, ya da gözle görülen gerçek kentlerin, aslında gözün
görmek istemeyeceği kadar asılsız olduğunu keşfetmek, Calvino’nun hiç
hazzedilir bulmadığı gerçeklikten bir intikam alma şekli olabilir mi?
Bilemiyoruz... Ama Marco’nun yerinde olsanız, sizin kentiniz nasıl olurdu? Ya
da hangilerinin silinip gitmesini arzu ederdiniz? Üstelik gerçeklikle oynama şansınız
olsa ve görmek istediğiniz kentin gerçekten var olup olmadığı ne Marco’nun, ne
Han’ın ne de başkalarının umurunda olmasaydı...
“Bütün bunlardan sonra Zenobia mutlu ya da mutsuz kentlerden biri mi,
bunu düşünmenin bir anlamı yok. Kentleri bu iki grupta toplamak yanlış, başka
türlü ayırmalıyız onları: kentler vardır, yıllarla ve değişerek arzuları
biçimlemeyi sürdürürler; kentler vardır,
ya arzularca silinir ya da arzuları siler, yok ederler.”
Tuğba
CengizHan Marcoyu İstanbul'u anlatması için görevlendirseydi, bu masal ve gerçekçi ikileminde nasıl tanımlardı diye düşünmeden edemedim :) bu güzel yazı için teşekkürler..
YanıtlaSilgüzel yorumunuz için biz teşekkür ederiz =)
YanıtlaSil