27 Mayıs 2013 Pazartesi

Erdek Sahili, Babylon, Lübnan... Hala Tanışmamış Olanlara: İbrahim Maalouf!

Deniz Özcan yazdı..

2012 yazı... Erdek, Çuğra mevkinde... Öyle bir koy düşünün ki deniz çarşaf, yıldızlar birer spot, hafif rüzgar ise oksijenin ciğerlerinize dolmasını sağlayan bir makine gibi. Bu koyda yer alan salaş bir sahil restoranında bira eşliğinde güneşi batırdıktan sonra akşam yemeği faslına geçilmiş. Güneşin yerine gelen parlak bir ay ve mehtabı eşliğinde, denizin dibinde kumun üstüne kurulmuş bir yaz akşamı sofrası; öznesi ise dostlarla paylaşılan rakı ...


Böyle bir keyif sofrasında, dostlardan bir tanesi hoşuma gideceğini düşündüğü bir parçayı dinletiyor. Elindeki cihazın kısıtlı hoparlöründen ilk olarak trompet sesi kulağıma ulaşınca melodi olmasa da müzik yabancı gelmiyor. Büyük bir keyifle Gevende dinleyen ve takip eden biri olarak o an kulağıma gelenler, arkadaşımın bende büyük bir etki yaratacağını düşündüğü parçayı, zihnimde sıradan (olası) bir parça haline getiriyor.

Sakin süren parça bitmeye yakın büyük bir patlama edasıyla yükselirken merakımı arttırmaya yetiyor. O an, daha sonra uygun bir ses sistemi ile müziği tekrar dinlemeyi kafaya koyuyorum. Parça bittikten sonra ne dinlediğimizin cevabı şöyle geliyor; İbrahim Maalouf, Beirut ... İlk Maalouf tanışıklığım da böylece gerçekleşmiş oldu.

Başka bir gün sessiz bir ortamda, iyi bir ses sistemi ile yeniden kulağıma gelen melodiler adeta damarlarıma nüfus ediyor. Sakin ve hüzünlü bir etki ile devam ederken bütün o durgunluğu aniden dağıtan yüksek ve coşkulu melodiler sizi neye uğradığınızı şaşırtan cinsten. Ve ardından sanki hiç bir şey olmamış gibi ilk melodilerin verdiği hüzün ile son bularak sizi allak bullak eden bir parça.

Böyle bir deneyimden sonra İbrahim Maalouf’un müziğine ilgi duymamak imkansız hale geliyor. İstanbul’da yaşamanın getirdiği kültürel faaliyetlere erişebilirliğin kolaylığı sayesinde Maalouf ile tanışmak çok da uzun zaman almıyor. İlk olarak 2012’nin Ekim ayında, Akbank Jazz Festivali kapsamında Garaj İstanbul’da bu müziği birebir yaşama fırsatı buldum. Büyük bir keyifle sonlanan konser bir sonraki Maalouf buluşmasına olan isteği heyecanla beraber canlı tuttu. 20-21 Mayıs geceleri Babylon’da gerçekleşen konserler bu heyecanlı bekleyişin uzun süreli olmamasını sağladı. 22 Mayıs doğum günüm olduğundan, 21’ini tercih ederek aynı zamanda Maalouf’un müziği ile yeni yaşımı kutlamak istedim.

Konser süresince bir de sürpriz vardı. Çeşitli noktalardaki kameramanlarla DVD kaydı yapıldı. İbrahim Maalouf ekibiyle beraber müziğini yine çok keyifli bir şekilde sergiledi. Trompette caz da vardı Arap nağmeleri de... Lübnan asıllı olması müziğinde Arap nağmelerini kaçınılmaz kılıyor. Bu sentezi de son derece başarıyla gerçekleştiriyor. Maloouf aynı zamanda çok da kaliteli bir ekibe sahip. Elektro gitar, bas gitar, klavye, üflemeli çalgılar ve davul eşlik etmekte. Konser süresince her birinin de sololarını dinleyebilmek mümkün. Özellikle davulda Xavier Rogé yaptığı solo ile dinleyenleri kendine hayran bıraktı.

Herkesin büyük bir merakla beklediği ise Beirut idi. Çünkü o parça az önce de tarif ettiğim gibi damarlara nüfus ediyordu. Ve beklenen an geldiğinde herkesin heyecanı biraz daha arttı. İbrahim Maalouf parçaya girmeden önce Beirut’un hikayesinden bahsetti. Nasıl bestelediğini anladıktan sonra parçanın etkisi kat ve kat artıyor. 1993 yılında henüz 13 yaşında iken kulağındaki kulaklıkla Beirut sokaklarını gezen Maalouf, savaşın harap ettiği binaları, yaşamları görüyor. Hissettiği duyguların melodilere dökülmüş hali; Beirut... Bence parçayı farklı kılan da hikayesini dinledikten sonra kulağınıza gelenler, savaşların getirdiği hüznü sonuna kadar vurgularken yıkıcılığını sert bir sesle anlatıyor. Ama sonundaki naif bitiş ile tekrar yaraları sarma refleksindeki yorgun duyguları yansıtıyor.

Konser bitiminde bir de harman dalı çalan İbrahim Maalouf, izleyenleri mest ederek herkesi tatmin eden bir konser gerçekleştirdi. O akşam bütün müzik ziyafetinin tek olumsuz yönü ise mekanın kalabalıkla yarışamayan havalandırması idi.
Son söz olarak; İbrahim Maalouf ile tanışmamış olanlar bir kurcalayın. Pişman olmazsınız... 

Deniz Özcan 


20 Mayıs 2013 Pazartesi

SALT GALATA ve "YERELDE MODERNLER"


Tuğba Erdil yazdı...
SALT GALATA ve "YERELDE MODERNLER"

Ustaları ve özgünlükleri, modernizm hayallerini stilize eden binalarıyla savaş sonrası Sovyet mimarlığına adanmış olan Yerelde Modernler Sergisi, mimarlık tarihi anlatımlarında Sovyet Mimarlığına dair eksik kalmış bu kesite dair detaylı bir bakış sunuyor, ilgilenenler için 8 Mayıs-11 Ağustos tarihleri arasında SALT’ın Galata’daki binasında izleyicilerini bekliyor. 



İstanbul; dünyada en çok hakeden şehirlerden biri olmasına rağmen, bir mimarlık müzesi bile olmayan güzelim şehrimiz. Neyse ki pratikte bu eksikliği büyük ölçüde gideren  Salt’ın Galata binası imdadımıza koştu. Eskiden Osmanlı Bankası olarak işlev gören, sonrasında Han Tümertekin’in başarılı restorasyonuyla Salt’ın Beyoğlu şubesine alternatif olacağı düşünülen bina, kanımca son zamanlarda İstanbul’un şimdiye dek hiç sahip olamadığı mimarlık müzesi boşluğunu dolduran hoş bir yer oldu. Sergi, wokshop ve konferanslarıyla gündemini sürekli yenileyen, mimari ve kentsel tartışmalar için dinamik bir alan yaratan bina, araştırma merkezi, leziz cafeteryası ve restoranı, çok sevdiğimiz Robinson Crusoe kitapçısı’yla sadece mimarlık öğrencileri, meslek çevrelerinden olanların değil, kentte olup bitenlerle ilgilenen herkesin nitelikli ve keyifli zaman geçirebileceği bir mekan.

SALT Galata, şu günlerde ilginç bir sergiye daha ev sahipliği yapıyor; Yerelde Modernler. Sergi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde (SSCB) modern mimarlığın mirasına odaklanıyor. Bir zamanlar birliği oluşturan 15 ülkeden derlenen örneklerin yer aldığı sergide, yerel mimarların 1960 ve 1970'lerdeki sıra dışı uygulamalarından 1980'lerdeki Kağıt Mimarlığı hareketinin eleştirel yaklaşımına geniş bir dönemin ürünleri inceleniyor. Yerelde Modernler, SALT için Georg Schöllhammer tarafından, Ruben Arevshatyan'ın desteği ve Local Modernities adlı araştırma projesinin temelinde hazırlanmış. Schöllhammer ve Arevshatyan'ın, Klaus Ronneberger, Markus Weisbeck ve Heike Ander ile birlikte geliştirdikleri Local Modernities, aynı zamanda Architekturzentrum Wien tarafından 2012'de düzenlenen Soviet Modernism 1955-1991 Unknown Stories adlı serginin yapılmasına vesile olmuştu.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasının üzerinden neredeyse 25 yıl geçmesine karşın, birliği bir arada tutmuş olan toplumsal doku eski imparatorluğun sınır ötesinde hâlen tanınmıyor. Bir yanda birlik duygusu yaratan, diğer yanda toplumsal çözülmede etken olan mimarlık ve şehircilik, bu dokunun en güçlü bağlarını teşkil ediyor. Tektip bir mekânda katmanlaşmış iç karşıtlıklardan muzdarip bu mimarlıklar kıtası, günümüzde keşfedilmeyi bekleyen başyapıtlarla dolu. Yerelde Modernler, bu coğrafyaya odaklanarak bütünüyle farklı bir toplum fikri için inşa etme teşebbüsünü inceliyor. Her şey 1953'te Stalin'in ölümünden sonra, "buzulların erimesi" olarak bilinen Kruşçev devrinde başladı. Ülkenin modernleşmesine yönelik yeni ideolojik çağrı, kent mekânlarının belirgin bir şekilde artmasıyla sonuçlandı. Bu durum, ekonomik kriz ve tükenen maddi kaynaklar nedeniyle darboğaza giren SSCB'nin son yıllarına dek sürdü. Toplumsal Gerçekçi mimarlık reddedildi; bilimsel ve teknolojik ilerleme ideolojisi yeni bir kentleşmeyi beraberinde getirdi. Sergide yer alan projeler, her bir cumhuriyetteki yerel planlama ofislerince tasarlanarak inşaat endüstrisinin standartlarına göre uygulamaya kondu. Mimarlar, Uluslararası Üslup'un yanı sıra 1920'lerin Sovyet Modernizmi mirasını deneyimlediler ve süratle Geç Modernizm dönemine özgü bir Sovyet dili geliştirdiler.

Yerelde Modernler, aslında modernizmin ruhunda var olan asıl meseleyi, “ulusal bir inşaat” ı anlatıyor, ya da Sibel Bozdoğan’ın Türk Modernizmini konu aldığı “Bir Ulus’un İnşaası” kitabında göz önüne serilen mimari bir dil birliği ile ulusallaşma yolunda verilen çabanın, Sovyet ülkelerindeki yansımaları gibi. Sergideki projelerin her biri, uluslara yeni bir kimlik kazandırma idealizmi, ve bu idealizmin verdiği büyük coşkuyla kendini sürekli yenileyen bir yeniden yapılanma projesi olarak ele alınabilir. Üstelik bunlar, her projenin hazırlanmasından uygulanma aşamasına kadar büyük bir coşku ve heyecanla hayata geçirilmiş projeler.

Bu coğrafyada da modern mimarlık, toplumu dönüştürmek için gönüllü misyonerliğine devam etmiş gibi görünüyor. Ancak projelerin hayata geçmesinden sonra yaşananlar, mimari eserin ve ideallerin, gerçek yaşamda kağıt üzerinde durduğundan çok daha farklı sonuçlar doğrduğu gerçeği ile yüzleştiriyor izleyiciyi. İlk tepklerin, modernizmin evrensel ruhuyla gerçekleştirilen projeler ile, yerellik vurgusu yapan diğer projeler arasında yaşanan bir gerilimden doğduğu da gözlenebilir. Nitekim henüz 1960'larda, mekân ve mimarinin endüstrileşmesine yönelik bu politikaya karşıt, eski tarihî şehri referans noktası alan eleştirel bir hareket yükseldi. Mimarlar ve yerel seçkinler, mimarlığın resmî esaslarına olan mesafelerini, bölgesel -ya da ulusal- kimlik arayışının bir teyidi olarak gördüler. Böylece, merkez Moskova bürokrasisinin baskın politikalarına meydan okuyan mimari bir avangart biçimlendi. Modernizmin her iki versiyonu -yerel modern ve Sovyet melez- farklı konumlanmış modern yaşam tarzlarını yansıttı.

Bir taraftan sergide, kaçınılmaz biçimde bir modernleşme pratiğinin gelişimi ve sonuçları da gözlenebiliyor. Bir yandan modernleşmeye, diğer taraftan yerel alışkanlıklarını sürdürmeye çalışan halkın, modern yapıların içerisinde yerelliklerini de yaşatma çabaları, mimar ile kullanıcı arasındaki alışverişin ince ve keskin gerilimini gözler önüne serer gibi. Kağıt üzerinde kurulan planlanış ve kusursuz yaşam biçimleri, yaşamsal pratikte balkonlarından çamaşırlar sarkan, özensiz ve kötü kullanılmış izlenimi yaratan cephelerinin giderek soluklaştığı bir çehreye bürünebiliyor. Modern mimarinin tartışılmaz üstünlüğünü ve kusursuzluğunu yansıtan toplu konutların, zamanla yerel halk tarafından ne derece benimsenip nasıl kullanıldığı konusunda, Taşkent depreminden sonra yapılan projeler fikir verir nitelikte. Modern mimarlık bir ideal kurmak istemişti. Bireylere birer kimlik vererek toplumsal bir projeye dönüşmüş ve kusursuz bir toplumsal yaşam pratiğini hayata geçirme hayalini kurmuştu. Mimarlar bir düş kurdular; ama bu düşün ne kadarı hayata geçti? Sonuçta modern konut, yerel kimliğe ve alışkanlıklara cevap verebildi mi? Modern ütopyayı yaratabildi mi? Bu düşlerin bazılarının hazin sonları, 1960’lı yıllarda, halk tarafından benimsenmediği için artık kullanılmak istenmediği gerekçesiyle temellerine yerleştirilen dinametlerle yıkılan Pruitt İgoe yerleşiminin başına gelenleri anımsattı bir taraftan da.

Hemen yanındaki Architects  filminden bir alıntı, kullanıcılar kadar mimarlar tarafından yaşanan hayal kırıklığını da gözler önüne serer gibi:

“ Mimarlar bir düş kurmuştu. Oysa artık mimarlık çok üzücü de olsa sanata ait niteliklerini yavaş yavaş kaybediyor, ve sonuçta mimara ne kalıyor? Biz ne düşünmüştük, onlar ne inşaa ettiler. Keşke bir proje gerçekleştirildiği zaman, tam mimarın hayalindeki gibi olsa.”  (“Architects” filminden, Yönetmen: Vilen Zakaryan)

 Tuğba Erdil



16 Mayıs 2013 Perşembe

MİTASYON \\ Mitolojik Mutasyon




Fotoğraf makinesi vizöründen mitolojik bir seyahate çıkmaya ne dersiniz? Trump Towers koridorlarında Haliç Universitesi MYO Grafik Tasarım bölümü öğrencilerinin katkılarıyla hazırlanan  “Mitasyon \ Mitolojik Mutasyon” sergisi izleyicilerle buluşuyor. Mitoloji ve fotoğrafın iç içe geçtiği  bu sergi 15-30 Mayıs tarihleri arasında Trump Towers’da ziyaret edilebilir. İşte serginin organizatörleri ve danışman hocalarından Meltem Yakın Üldes ve Ece Yıldırım’ın notları..




MİTASYON
"Mitolojik Mutasyon"

Mitoloji toplumsal bilinçaltının çok önemli bir göstergesidir. Mitolojik hikayelere ve karakterlere vakıf olarak insanoğlunun tarihsel gelişiminin evrelerini izlemek mümkündür. Biz de Haliç Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu Grafik Tasarım Programı 2. sınıf öğrencileriyle işlenen mitoloji dersini, teorik ve didaktik bir formattan çıkarıp daha ilgi çekici hale getirmenin yanı sıra öğrencilerin yaratıcılıklarını ortaya koyan bir deneyim kazanmaları amacıyla kendilerinin aktif olarak yer aldıkları bir proje gerçekleştirmelerini istedik. Bu kapsamda öğrencilerin mitolojik bir figürü veya bir efsaneyi yorumlayarak onun kılığına girdikleri ve birbirlerini fotoğrafladıkları "Mitolojik Kahramanlar ve Efsaneler" temalı bir çalışma gerçekleştirildi. Ağırlıklı olarak Yunan ve Türk-İslam Mitolojisine/ Efsanelerine yer verildi. Serginin adı Mitolojik bir Mutasyon'u ifade edecek şekilde MİTASYON olarak kararlaştırıldı.

Böylece öğrenciler hem bir fotoğraf çekiminin prodüksiyon aşamasıyla ilgili deneyim kazandılar, hem mitolojideki ve efsanelerdeki temel karakterlere hakim oldular, hem de başarılı bir fotoğrafın nasıl ortaya çıkacağıyla ilgili önemli bir deneyim yaşadılar. Bunların yanı sıra eğitimini aldıkları bilgisayar programlarını bu çalışmada kullanarak pratik yaptılar.  Ortaya çıkan başarılı çalışmaları 15-30 Mayıs 2013 tarihleri arasında TRUMP Alışveriş Merkezi'ndeki sergimizde izleyicilerle paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz.

Meltem Yakın Üldes & Ece Yıldırım & Haliç Üniversitesi MYO Grafik Tasarımı Öğrencileri





Yeter Beriş \ Yeşim Kadirhan \ Nur Karameşe \ Ayda Uluçay \ Kübre Çolak \ Başak Çakmak \ Can Gökgül \ Mehmet Yılmaz \ Tayfun Suskun \ Elif Ezgi Esertaş \ Murat Erden \  Mustafa Karakaş \ Aydoğan Ertan \ Sefanur Şenel \  Gülhan Şeker \ Nur Özdemir \ Jack Sunshine


 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Online Project management