30 Nisan 2013 Salı

Yaz Gelince Dışarı Taşan Notalar.. Ve Babylon Soundgarden 2013!

Uçan Payanda Çisil Yazdı..

Beklenen oldu! Mayısın görünmesiyle havalar iyiden iyiye ısındı, hatta bunaltıcı bir kıvama bile geldi şimdiden. Biz, İstanbul’da yaşayanların çilesi yön değiştirdi. Kalabalık, sıcaktan sersemlemiş insanlar, toplu taşıma araçlarındaki yapışkan hissi, şehre yayılan ve havada asılı kalan notalar, yüzlerce kişinin hep birlikte bağıracağı nakaratların heyecanı, çekilecek fotoğrafların sonraki birkaç yıl “top50funnyphoto” listesindeki yeri, gelecekte çocuklarımıza festival ruhunu aşılayamama endişesi…

Şüphesiz ki yaz festivallerinin İstanbullular için önemi ayrı. Çok sevilen grupların, küçücük salonlara sıkışmış hayranları için bir bayram havası yaratırken, festival alanının yakınından geçen kentli içinse kabus geri dönmüş sayılıyor. Güzel şehrimizin altyapı sorunlarını burada tartışmak istemiyorum, yok saydığımı düşünmeyin sakın. Yaz festivallerinden, beni en çok heyecanlandıranın mutluluğuyla yazmak istiyorum size. Babylon Soundgarden 25Mayıs 2013 İstanbul!

Babylon, kış aylarında yine pek çok sevdiğimiz sanatçıya kavuşmamızı sağladı. 2011 yılının Eylül’ünde ilk kez Çeşme’de düzenlenen Soundgarden, gidemeyenler için İstanbul’da matem havası estirmişti. Sanıyorum gördüğü talep ve tepkileri dikkate alan Babylon ahalisi 2012’de festivali Çeşme’nin yanı sıra İstanbul’a da taşıdı. Ve bu sene başı kel olmayan Ankaralılar için de (detaylar henüz açıklanmış olmasa da) bir güzellik yapmış görünüyorlar. Peki, İstanbul’da Park Ormanı mesken tutan festivalde, bu sene sahnede kimler var?

Ana sahnede, geçtiğimiz yıl da İstanbul’da konser vermiş olan Kings of Convenience, daha önce 2008 yılında gelmiş olan DeVotchKa, pek çok yerde okuyabileceğiniz üzere solisti Game of Thrones oyuncusu olan Molotov Jukebox, hepimizin hayatına bir noktadan değdiği için tarife gerek duymadığım Baba Zula, hisleri müziğinde yaşatan adam ve ekibi İlhan Erşahin’s İstanbulSessions, eğlenmeyi ve eğlendirmeyi seven birkaç iyi adam Sattas olacak. Parti sahnesinde de, Oldies but Goldies,  Radyo Eksen Sessions, Kulakkurdu, Cowboys&Aliens, DJBarthez, El G(ZZK), Ahmet Musluoğlu’nu dinleyebilirsiniz.

Gruplar hakkında internette pek çok bilgi bulabileceğiniz için laf salatası yapmak istemedim. Festivalle ilgili spoiler vermek gerekirse,  Kings Of Convenience’dan Misread”, “I'd Rather Dance With You”, “Toxic Girl”, “Know How”; DeVotchKa’danHow It Ends”, “You Love Me”, “Till The End Of Time”; Molotov Jukebox’dan I Need It”, “Trying”, “Give it A Go”; Baba Zula’danÖzgür Ruh”, “İstanbul Çocukları”, “Abdülcanbaz”, “Cecom” (dilerim festival havasını bozmadan “Bir Sana Bir de Bana”yı da söylerler); Sattas’dan da “Funky Reggae Night”, “She Said (No no)”, “Irie” şarkılarına dikkat! Zira yanınızda hava atmak, etkilemek isteyeceğiniz biri olacaksa çalışıp gelin. =)



Güzel müziğin yanı sıra kocaman ormanlık alanda kurulacak olan stantlarda alışveriş, sosyal medya etkinlikleri, hoplamalı zıplamalı boyamalı eğlenceler de bulabilirsiniz. Gelelim biletlere. Şuanda biletix’te tam 84tl, öğrenci 69tl’ye satılmakta. Festival günü kapıda tek fiyat 85tl olacakmış. Daha önce de belirttiğim gibi festival Park Orman’da. Park Orman, şehir içinde kesinlikle en sevdiğim açık hava etkinlik alanlarından biri, çünkü ulaşım çok kolay.


-Bakırköy, Avcılar bölgesinden gelenler, metrobüsle Mecidiyeköy’de inip, metroya geçebilirler. Darüşşafaka istasyonunda metrodan inip, kalabalığı takip ederlerse, yaklaşık 3 dakikalık yürüyüş sonucu kapıya ulaşacaklardır. Zincirlikuyu’dan otobüs ya da dolmuşla geçmeyi düşünüyorsanız da, lütfen Beşiktaş üzerinden geleceklere önerime bir göz atın. =)
-Taksim üzerinden gelenler de direk metroya binip, Darüşşafaka istasyonunda inebilirler. Onlar da kısa bir yürüyüş sonrası, Bakırköy yönünden gelenler gibi kapıda olacaklar.
-Beşiktaş yönünden gelenler, Sarıyer otobüsleri ya da dolmuşlarıyla ulaşabilirler. Fakat hatırlatmakta fayda var, festival Cumartesi günü! Dershaneden çıkan öğrencileri, alışverişten dönen eli kolu dolu teyzeleri, Büyükdere Caddesinde 7/24 trafik olduğunu göz önünde bulundurmakta fayda var diye düşünüyorum.
-Karşıdan gelenler için de önerim vapurla Beşiktaş’a geçmek yerine, Kabataş’tan fünikülerle Taksim’e çıkıp, metroya aktarma yaparak Darüşşafaka istasyonunda inmeleri olacaktır.

Dönüşte, festival kalabalığı dağılırken, minibüs bulmakta biraz zorluk çekebilirsiniz. Arkadaş grubunuzla taksi tutup Zincirlikuyu’ya gitmek en hızlı çözüm. Fakat çok geç saatlere kadar, o güzergahta otobüs çalıştığını ve ona denk gelme ihtimalinizin de yüksek olduğunu hatırlatmakta fayda var. Dönüşte bineceğiniz otobüs ya Kabataş’a, ya da Taksim’e gidiyor olacak. Ve tabi ki metrobüs durağından da geçecek. İstediğiniz araca böylece ulaşabilirsiniz. Yine de sormak istediğiniz bir şey olursa ben buradayım. =)

Festival ruhu ve gölgede arkadaşlarla içilen biranın tadı, yazınızdan eksik olmasın! Kim bilir? Belki iyi çocuklar olursak orada karşılaşabiliriz bile. Hadi biraz dans edelim!

Çisil

Sosyal Medyada ulaşmak için:





24 Nisan 2013 Çarşamba

Çukurcuma Hızla Başkalaşıyor

Deniz Özcan yazdı..

Bağlamsallık üzerinden mimarlıkta yer okuması dersi kapsamında inceleme konusu olarak Çukurcuma Mahallesi seçildi. Seçime yön veren ise mahallede yer alan “çıplak ayaklar kumpanyası” adındaki mütevazi performans mekanı ile kurulan ilişki oldu. Mekana ulaşım sırasında, mahallenin aktörlerinden olan, sokakların ve yapıların rengini, kokusunu algılama fırsatı buldum.

Bu deneyim, ders için uygun malzemeleri içinde barındırıyordu. Bir mekana, yer olma özelliğini ne gibi faktörlerin katkı sağladığı noktasında birçok doneye ulaşmak mümkündü. Mahalleleri sınırlandıran ne bir tel örgü ne de bir istinat duvarıdır. Sınırları yaratan kullanılan mekanlar, sokaklardır. Mahalleler nefes alır, sokağı yaşarlar. Giderek insan ilişkilerinin betona büründüğü, sokaktan koptuğu şehir yaşantısında, Çukurcuma hala nefes alabiliyor. Ancak rantın artarak devam ettiği bir ortamda bu mahallenin başkalaşmadan kalabilmesi kullanıcıya kalmış durumda.
 
Çukurcuma geçmişine değinmek gerekirse, Cenevizliler döneminden itibaren ticaretin yaygın olduğu bir merkez. Ticaretin baş aktörleri ise antikacılar. Bölge farklı kültürlerin etkisinde olduğu için antika ürünleri çeşitlilik göstermektedir. Peki, bu farklı kültürler hangileri? Müslümanlar, Museviler, Rumlar, Ermeniler… Bir rivayete göre Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethinden sonra ilk Cuma namazını bu bölgede kılıyor. Bölgenin fiziki yapı özelliği olarak çukur bir alanda yer alıyor olması ile birlikte de mahalleye adı bu şekilde veriliyor. Tipik bir Osmanlı mahallesi özelliği taşıyan Çukurcuma, Sultan II. Mehmed tarafından kurulan Tophane-i Amire ile askeri bir kimlik taşımaya başlıyor. O dönemde bölgenin konut ihtiyacını karşılıyor.
16.yy 1540’larda Mimar Sinan tarafından yapılan bir cami bulunuyor, Çukurcuma Cami. 1 Mart 1823 yılında çıkan “Firuzağa yangını” sonrası kullanılamaz hale gelen cami geçirdiği onarımla şimdiki mescid görünümünü alıyor. 18.yy döneminde mahalleye Ömerağa Çesmesi yapılıyor. Çeşmelerin mahalle yaşamındaki rolü önemlidir. Sosyal yaşamın önemli unsurlarını içinde barındırır. Çukurcuma’da bu yüzyıldan itibaren Pera bölgesine yerleştirilen büyükelçiler için çoğu kagir yapı niteliğinde, Yunan-İngiliz-İtalyan sefarethaneleri inşa ediliyor. 19.yy sonu 20.yy başlarında tipik Osmanlı yapıları yanında kagir yapıların sayısı artmaya başlıyor.


Birbiriyle kaynaşmış şekilde yaşayan Çukurcuma’nın ilk kırılma noktası Rumların Yunanistan’a göçü ile oluyor. Ardından sonraki süreci Anadolu’dan bölgeye göç izliyor. İlk gelenler ise Bayburtlular. Bu göç ile birlikte mevcut yapıların kullanımı veya yeni yapıların inşası, mahallede değişimi kaçınılmaz kılıyor. Konumu itibari ile semtin İstiklal Caddesinin hemen altında, Cihangir’e komşu olan mahalle, günümüzde rantın olumsuz etkileriyle yüzleşmeye başladı. Bu tanışma semtin yaşamını hızla başkalaştırıyor. Bünyesinde Cezayir Konsolosluğu, Fransız sokağı, Masumiyet müzesi, Firuzağa Hamamı, apart ve butik oteller, moda tasarım evleri, konsept butikler, sanat galerileri, takı atölyeleri barındıran Çukurcuma, büyük bir hızla yaşayan hayat damarlarını değiştiriyor. Alana özelliğini, tarihini yaşatan faktörler birer birer değişime uğruyorlar.
Semte olan ilginin ne denli arttığı ise şu örnekle gözler önünde; 100-200 bin liraya alıcı bulan konutlar şimdilerde 1-2 milyon liraya satılabiliyor. Bölgedeki kiralar %300 artmış durumda. Yeni kafelerin, Fransız sokağının, konsept tasarım mağazalarının, apart ve butik otellerin mahalleye taşımış olduğu yeni sosyal yapı, öncekinin yerini almaya devam ediyor.

Bu devam eden çizgi Çukurcuma’nın yer olma özelliğini etkilemeyecektir. Ancak ona bu anlamı katan değerleri başkalaştırdığı için özünü kaybederek farklı bir yapıya bürünecektir. Şehirler organiktir. Yaşarlar ve büyürler ... Bu büyüme planlı ve nitelikli olduğu sürece o şehir kaos ortamından kurtulur. Çukurcuma’yı başkalaştıran sosyal yapı insan egosu var olduğu sürece bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde,  devam edeceğe benziyor. İstanbul’u kaosa sürükleyen yaptırımlar bir süre sonra şehrin insanları taşıyamaz hale gelmesine neden olacaktır. Mahalleleri yıkıp yerine ranta dayalı bir düzenle yeni mahalleler yaratmak, buna da kentsel dönüşüm, kentsel yenileme adını takmak sosyal yaşama vurulan büyük darbelerdir. Bu süreç kimi zaman siyasi yönetimlerle kimi zaman da kullanıcının yaptıklarıyla devam ediyor. Antikacıların semti Çukurcuma hızla başkalaşmaya devam ediyor.

Deniz Özcan

21 Nisan 2013 Pazar

Ajandanıza Hala Eklemediniz mi? 36. Yapı Fuarı (24-28 Nisan 2013)


Uçan Payanda Çisil hatırlatıyor..

Bizim cemiyette heyecanla beklenen haftalardan biri geldi çattı. 36.Yapı Fuarı Haftası (24-28 Nisan 2013)! Fuarın sitesinde geri sayım yapıladursun, biz de gitmeden önce biraz dedikodusunu yapalım.
Öğrencilik zamanlarımızda, hocaların zulmünden, ölümcül ders programlarından, ancak haftasonu gidilen bir şey sanırdık Yapı Fuarını. Yenibosna’dan otobüsle (400C, bilen bilir nasıl eziyettir o) bi nevi şehirlerarası yolculuk yaparak giderdik. Kahvaltı edip evden çıksak, McDonalds’a öğle yemeğine yetişirdik. Zaten çevredeki tek restoran oydu. Çıkışta dönebilmek için servis bulamaz ve E-5’te karşıdan karşıya geçip, Yenibosna yönündeki 400C’ye binemezdik. Haliyle önce, üst geçitle kesişen bir durağa kadar gider, çoğu zaman yolda fikir değiştirir Büyükçekmece Sahil’de bir hamburgerle kendimizi sevindirir öyle dönerdik. Tabi ki toplanan broşürler ve numunelere sahip çıkma çabası, onları taşımaktan uyuşmuş kollar ve ayaklara inen kara sular da kısa günün karı. Bunları niye mi anlattım? Bu sene, iç güveysinden hallice oluşumuza şükredelim diye.

Malum fuarımızın katılımcısı bol. Tuzla’dan Kumburgaz’a, inşaat sektörüne değmiş ya da yaklaşmış tüm İstanbul firmalarının orada olacağına şüphemiz yok. Yapı Fuarı serisinin ilk ayağı bu fuar olduğu için, şehirlerinde tekrarlanacak olmasına rağmen (yeniliklerden biran önce haberdar olmak için, haklı olarak) Ankara ve İzmir firmaları da burada olacaklar. Bunun dışında maddi olanaklarına göre belirledikleri eleman sayısıyla, İstanbul’a akın edecek 78 ilimizin firmaları da var. Farkındaysanız öğrencilerden hiç bahsetmedim. Öğrencilerin, şirketler tarafından doğru düzgün muhatap alındığı tek yerdir Yapı Fuarı. Bazı firmalar öğrencilerin gelecekteki müşterileri olduğunu çakmışlardır fakat inanın bu sayı günümüzde bile çok az! Öğrencinin teslim tarihi yaklaşmış, projesi için detay üretme sıkıntısı yaşamaktadır. Ki detay üretme süreci, tasarım sürecinin kan kusturan kuzenidir. Önemsenmezse tasarım sürecini bile çöpe gönderir. Bu panikle, o stanttan bu standa koşan öğrenci, yenilikleri pek yakalayamaz zaten. (Tüyo: Çuhadaroğlu öğrenciyi asla boş göndermez! Kalebodur'un da son zamanlarda özellikle Arkitera'yla ortak yürüttükleri çalışmaları, öğrenci dostu olduğunu doğrular nitelikte.)

Gözünüzde böyle bir kalabalık canlandırabildiniz mi bilemiyorum. Fakat fotoğrafları paylaştığım zaman bir sonraki sene için endişelenmeye başlayacağınıza eminim. Eskiden ulaşım, yeme içme, tuvalet eziyetlerine rağmen maksimum olan ziyaretçi sayısının, bu sene metrobüsün, tabiri caizse Tüyap’ın kapısına kadar gitmesi, yemek alternatiflerinin üretilmesi sonucu alacağı hal beni korkutuyor. Yine de heyecanımı kaybetmiyorum! Bunca fuar hatırası ve ziyaretçi profili bilgisinden sonra, fuar bilgilerini verip sizin de benim kadar heyecanlanıyor olmanızı umacağım. Malum, bizim meslek heyecan işi. Yoksa size birinci sınıfta öğretmediler mi? =)Fuar tahmin ettiğiniz üzere Tüyap Fuar Merkezinde, yani Beylikdüzü’nde. Ulaşım tüyoları şu şekilde:

- Bahsettiğimiz noktaya Söğütlüçeşme’den çıkıp gelenler 34Z ile Zincirlikuyu’ya, orada 34 hattına binip Avcılara geldikten sonra, 34B hattına aktarma yaparak ulaşabilirler. Aktarmalarda kart okutmanız gerekmiyor. Zincirlikuyu’nun günün her saati kalabalık olduğunu unutmayın. Ve Metrobüsün ilk durağından binip, son durağında inip, İstanbul’u metrobüsle yararak geçtikleri için tebrikler! =)
- Zincirlikuyu'dan ya da sonraki duraklardan 34 hattına binenler de Avcılar’da 34B hattına aktarma yaparak son durakta indiklerinde Tüyap’a ulaşmış olurlar.
- Cevizlibağ’dan sonraki duraklardan binenler 34C yazan metrobüse binerek de ulaşabilirler. Fakat bu metrobüs 10.00-17.00 saatleri arasında çalışmıyor. Siz de Avcılar’a kadar 34’le gidip orada 34B’ye aktarabilirsiniz kendinizi.
- Aktarmaları yaparken, “o metrobüs buradan geçiyor mu” diye sormayın bence, zira (şükürler olsun ki) bir adet metrobüs yolu var şehrimizin ortasından geçen.
- Ücretini bilmediğim, fuar servislerinin listesi de burada 
- Kafanıza takılan herhangi bir şey olursa, nereden gelecek olursanız olun, sorun cevaplarım. =)
Ücretsiz olarak edinebileceğiniz fuar davetiyesi için linkiniz burada. Bu yıl 36.sı düzenlenen fuarın tarihleri başta da belirttiğim gibi 24-28 Nisan. Son gün (28 Nisan Pazar) 10.00-18.00 saatleri arasında açık olan fuarı, diğer günler 10.00-19.00 olacak şekilde, 1 saat daha uzun ziyaret edebilirsiniz.Fuar süresince olacak söyleşi/konferansların programına da buradan ulaşabilirsiniz. Ücretsiz fuar kitapçığınızı almayı unutmayın. Yapı Kataloğu da her yıl, fuara özel indirimle satılır, ilgilenenlere duyurulur. Ayrıca YEM kitapevi de standında iyi indirimlere ev sahipliği yapar. Katılımcı firmaların çılgın bir çekişme içinde ortaya koydukları stant tasarımlarını da göz ardı etmeyin. Belki kendi aramızda da bi birinci seçeriz? İlginizi çeken ürünlerin numunesini/broşürünü istemekten çekinmeyin. Kafanıza takılan her şeyi sorun. Bunca dırdırdan sonra dinlenmek üzere köşeme çekiliyorum. Malum, fuara kadar enerji depolamam lazım. İyi fuarlar herkese! =)

Çisil

19 Nisan 2013 Cuma

Statik olarak güvenli ama psikolojik olarak değil!

Uçan Payanda Çisil yazdı...


    Sana altı adımda uçmayı vaat etsem? Tam 80 metre yüksekten! Ve altı adımda ayaklarının yere basmasını, güvenle?

    İlk adımda 30 santim yükseleceksin, ikincide 60… Yerden zıplama yüksekliğindeyiz henüz. Bir sonraki adımda 1 metre yukarda olacağız, 2 metre… Hala sakiniz. Son iki adıma dikkat! 60 metre! 80 metre! Nasıl olabilir bu? Yalnızca, bir uçurumun “buradan düşersen ölürsün noktasında” durmakla.  Belki bir alternatif daha vardır? Tam da o noktada, bir camdan terasın üzerinde durmakla, mesela?

    Arizona, Büyük Kanyon’da “U” şekliyle, tam bir psikolojik sınav yaşatan cam terası duyanınız olmuştur. ”Grand CanyonSkywalk” İlk adımı attıktan sonra geri dönemezsin. Yükseklik korkun yok belki. İnanırım. Yine de bacaklarının titremeye başlayacak. Terasın sallanmasına ve titremene rağmen o yolu bitirmek zorundasın! Hiç tanımadığın bir insanın elinden medet umup ya da sevdiğin bir kişinin koluna yapışıp o yolu bitireceksin. Ve bu her şeye değecek!

    Güzel haber! Bunun için Arizona’ya kadar zahmet etmemize gerek kalmamış. 6 saatlik bir otobüs yolculuğuyla Safranbolu’ya gidiyorsun önce. Hiç araştırma yapmamış bile olsan “gezilecek nereler var?” soruna herkes ağız birliğiyle yanıt veriyor. “Bulak Mağarası ve İncekaya Sukemeri. Sukemerinin oraya bir de Kristal Teras açtılar ki! Kesin git kesin!”


    Taksicinin rehberliğiyle geze geze gidiyorsun. Kristal Teras’a kadar sınırsız rehberlik hizmeti veren taksici, burada biraz duraksıyor. Onu girişte bırakıp jeton alıyorsun ve gerilimi arttırmak için olduğuna inandığım labirent gibi yollar ve merdivenlerden inip turnikeyi geçiyorsun. 

Kayaya oturan koyu renk camlar da, ilk adımlarda yüksekliğin ürkütücü olmaması da psikolojik olarak hazırlamaya yetmiyor. Toplam altı adımda 80 metre yüksekten aşağıya bakarken buluyorsun kendini. Camların arkasından şehri seyretmek ya da Boğaz Köprüsü’nün sallanması gibi hiç değil! Şantiye tepelerinde neler yaptığını düşünüp utanabilirsin buradaki halinden. Bi cesaret (taşıyıcılara basarak!)  kenara kadar gidip orda kalabilirsin de benim gibi. Alışmak zaman alıyor. Hiç yemediğin bir yemeğin tadına alışmak gibi, yalnız daha aceleci. Çünkü çekici! Uçmanın bütün çekiciliği, o cam terasın üstündeyken sarıyor vücudunu. Koşmak istiyorsun, kollarını açıp bağırmak. Alışık değilsin, tedirginliği atamıyorsun üstünden. Ta ki bir teyze gelip, “Burada kaldım dönmeme yardım eder misin?” diyene kadar. Sonra en azından kenarda hızlı hızlı yürüyebilecek kadar atıyorsun tedirginliğini. Tek yapman gereken hareket etmek.



    Bir başka teyze soruyor “Güvenli mi o durduğun yer?”. Cevap belli. Statik olarak güvenli ama psikolojik olarak değil. Çelikler membaından, Karabükten! Kayanın içine gömülen çeliklerin üzerine 150 ton da çimento dökülüp desteklenmiş. Üzerinde yürünen camlara gelince, onlar da kırılmaz camdan üç kat, özel olarak üretilmiş. Altı ayda bir de gelip kontrolü yapılıyormuş, düzenli olarak. Tabi doğaya zarar verilmiş mi, vistayı bozmuş mu tartışmalarına da gidilir buradan. Gelin görün ki bunları bilmek, düşünmek orada hiç bi işe yaramıyor. Bahsettiğim tamamen kullanıcı üzerinde oluşan mekânsal etki.

    Neyse ki, beş dakika gibi bir sürede gerginliğin çoğunu üstümden atarak, poz vermeyi ve fotoğraf çekebilmeyi akıl ettim. Daha da iyisi, ayrılmadan önce aşağıya sarkmış espri yapıyordum. Bu da açık havada ve o yükseklikte bulunmanın bir yan etkisi olabilir. Diyeceğim o ki, adrenalin seviyorsanız, gidin görün fırsat bulunca. Arizona’ya gitmeyi düşünmüyorsanız başka yerde yaşayamayacağınız bir deneyim olduğu konusunda ısrarcıyım. Giriş için jeton 3liraya alabilirsiniz. Jetonu aldığınız noktada bir de cafe var. Takılmak için pek içime sinmemiş de olsa, ayılana gazoz, bayılana da limon bulabileceğiniz bir yer. Yolunuz düşerse kulağımı çınlatın. İyi deneyimlemeler. =)

Çisil


15 Nisan 2013 Pazartesi

Calvino’nun Görünmez Kentler’i ya da Marco’nun Görünebilen Kentleri

Uçan Payanda Tuğba yazdı...


“-Kentlerle ilişkimiz rüyalarla olduğu gibidir: hayal edilebilen her şey aynı zamanda düşlenebilir, oysa en beklenmedik rüyalar bile bir arzuyu, ya da arzunun tersi bir korkuyu gizleyen resimli birer bilmecedir. Kentleri de rüyalar gibi arzular ya da korkular kurar; söylediklerinin ana hattı gizli, kuralları saçma, verdiği umutlar aldatıcı, her şey başka bir şeyi gizliyor olsa da.
-Ne arzularım, ne korkularım var benim, dedi Han, benim düşlerimi ya düşünce, ya da rastlantılar oluşturur.
-Kentler de düşüncenin ya da rastlantının seri olduklarını sanırlar hep, ama ne biri ne öteki ayakta tutmaya yeter onların surlarını. Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmişyedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır...Ya da onun sana sorduğu ve ille de yanıtlamanı istediği sorudur, tıpkı Theiba’nın Sfenks’in ağzından sorduğu soru gibi
Italo Calvino \ Görünmez Kenler


Bu yazı sadece bu alıntıyla bile bırakılabilirdi. Bir kitaba dair söylenebilecek ilk cümle sıradanlığını haketmeyen kitaplardan çünkü Görünmez Kentler.  “Calvino Görünmez Kentler’de sizi kendi dünyasında yolculuğa çıkarıyor!”  Peki ama bunu her yazar yapmıyor mu? Calvino öykücülüğünü ya da Calvino’nun kent okumalarını farklı kılan nedir?  Kente, ya da kent mekanına  dair birşeyler söylemeden önce, kenti mi tanımlamamız gerekir? Bu soruyu soracağımızı önceden bilir gibi, Calvino bizden önce davranıp henüz kitabın başında çaktırmadan soruyor bize “Kent Nedir?” diye.  Bugün kent kavramı bizim için ne anlama geliyor? Onları kent olarak yaşamanın gittikçe zorlaştığı şu günlerde, kentlere son bir aşk şiiri gibi bir şey yazdığımı düşünüyorumdiye de ekliyor. Calvino’nun kente karşı takındığı bu duyarlı tavır, Platon’un imkansız aşkını çağrıştırıyor bir yandan da. İdeal ve ideal olduğu için de imkansız olan bu tür bir “Platonik” aşk gibi, Calvino yavaş yavaş örüyor kentlere dair imgeleri ard arda. Bir noktada “insan bir kente aşık olabilir mi?” diye sorarken, ya da bu sorunun cevaplarını kişisel tarihinizin yakın veya uzak geçmişiyle bağlantı kurarak kendi içinizden verirken buluyorsunuz kendinizi. Calvino’nun fiziksel verilerle algılanabileceği varsayılan “gerçekliği” sorgulayışının “fizikötesi” cevaplarını bulmayı vaadettiği yolculuk teklifini kabul ederseniz, kente bakışınız sonsuza dek değişebilir ve daha girdiğiniz ilk kentte, gerçekle kurgunun birbirine karıştığı yeni bir çift göz edinebilirsiniz kendinize. Alışılagelmiş mekan okumalarının çok ötesinde, gözün gördüklerinin öznelliğini farketmeye, gördüklerinizin arkasındaki şifreleri bulup onları çözmeye başlayabilir  ve  bu  Calvinoculuk oyununu (ya da simgesel dedektifçilik mi demek gerekir?) sonsuz bir kentsel imge avına kadar vardırabilirsiniz.
Kitapta Marco Polo, fethettiği ülkeleri görme şansı olmayan, sürekli savaştığı için kentlerin ruhunu anlamakta zorlanan Cengiz Han’ın, İmparatorluğuna kattığı, fakat asla görme şansı olmayacağı kentlere gidip buraları kendisine anlatması için görevlendirilmiş kahramanımız. Ne var ki oraya hiç gitmemiş birine bir kenti anlatmak, ya da “yaşatmak”, bir köre fil tarif etmek gibi bir şey değil midir? Üstelik Marco’nun da dilsiz bir gezgin olduğunu da hesaba katarsak,  kentlerin tarifleri de tehlikeye mi düşüyor? Asla.. Böylece İmparator ve Marco arasında bir oyuna dönüşen kentsel imge avı başlıyor artık. Marco’nun gittiğini varsaydığımız kentler gerçekte var mı? Yok mu? Gerçekten gördüklerini mi anlatıyor Marco Han’a? Yoksa görmek istediklerini mi?  Adına “kent” dediğimiz o surlarla ya da sınırlarla çevrili yer, fiziksel verileriyle  tanımlanabilecek bir koordinat sistemi mi? Yoksa belleği, alışkanlıkları, hisleri, rengi hatta kokusu olan, içinde yaşayan ve onun ruhunu biçimlendiren aktörleriyle nefes alan, ya da nefes darlığı çeken..kısaca yaşayan, canlı bir şey mi? Calvino, kahramanı Marco Polo’nun doğruları söyleyip söylemediğinin avukatlığını yapmıyor, nitekim ne Marco’nun, ne Han’ın, ne de okuyucunun umurunda bu kentlerin gerçekte var olup olmadığı. Ama Calvino önemli bir ipucu veriyor Marco’nun anlattıklarına dair: Benim Marco Polo’mun kalbinde yatan, insanları kentlerde yaşatan gizli nedenleri, krizlerin ötesinde değerleri olan nedenleri keşfetmek. Kentler birçok şeyin bira araya gelmesidir. Anıların, arzuların, bir dilin işaretlerinin. Kentler takas yerleridir, tıpkı bütün ekonomi tarihi kitaplarında anlatıldığı gibi, ama bu değiş tokuşlar yalnızca ticari takaslar değil; kelime, arzu ve anı değiş tokuşlarıdır. Kitabım, mutsuz kentlerin içine gizlenmiş, sürekli biçim alıp, yitip giden mutlu kentler imgesi üstüne açılıp kapanıyor. “
Böylece Marco’nun yol arkadaşı olup,  her yeni kentte “gerçekliğe” dair bildiklerinizi unutup, bütün önyargılarınızdan arınmaya söz verebilirseniz, aslıda bir kente dair söylenebilecek ne çok şeyin var olduğunu hayretle fark edebilirsiniz.  Çünkü Marco’nun dediği gibi;
“ Her yeni kente geldiğinde yolcu, bir zamanlar kendisinin olduğunu artık bilmediği bir geçmişini bulur yeniden: artık olmadığın, ya da sahip olmadığın şeyin yabancılığı, hiç senin olmamış yabancı şeylerin eşliğinde bekler.” 






Kenti Marco’nun gözünden gezerken, kendi gözünüzü de tımar ediyor, kentte olup bitenlerle ilgili algıçlarınızı daha bir açıyor ve hatta kendi kentinizin hikayesini bile düşünmeye başlayabiliyorsunuz. Üstelik bu hikayenin sadece size özgü olduğunu, kenttin size fısıldadığı sırların sadece size özel fısıldandığını, bir başkası tarafından bambaşka anlamlara gelebilecek bir şeyin, sizin zihinsel haritanızdaki renginin yalnızca size özel olarak kalacağını bilerek. Bu yüzden bizler Marco’nun anlattıklarının gerçekten var olup olmadığını bilmesek bile, keşiflerindeki öznel gerçeklik, Calvino’nun Kesişen Yazgılar Şatosu’ndaki şu sözlerini anımsatıyor, “Hikayeye anlam katan ses değil, kulaktır.” 
Yine de Marco’nun gezdiği bütün kentlerle arasındaki şeyin bir bağdan çok,  gezginlere özgü bir  ilişki, bir diyalog olduğunu bilmekte fayda var. Belki de gittiği kentleri, en çok geri döneceğini bildiği için seviyor. Oradaki günlerin, saatlerin, anların tükenebilir olduğunu bilmek, onu sıradan gözlerle değil, meraklı gezgin çocuğun gözelerinden okumasını sağlayan şeyin kendisi. Nitekim Marco da, bir kenttin orada yaşayan kişiyle, oradan “geçen” kişiye bambaşka şeyler fısıldadığının farkında ve diyor ki;
“Kent girmeden geçen için başka, ona yakalanan ve bir daha asla çıkamayan için başkadır; biri ilk kez geldiğin, diğeri geri dönmemek üzere terk ettiğin kenttir; her birine farklı bir ad verilmeli; belki İrene’den başka başka adlarla söz ettim daha önce; belki de sadece İrene’den bahsettim..”
Kent içeriden başka, dışarıdan başka, ortasından, meydanından bambaşka şeyler anlatıp duruyor Marco’ya, Han’a ve okuyucuya ve siz kurgunun gerçeğin yerini almasına seve seve izin veriyorsunuz.  Çünkü hayal ürünü zannettiğiniz bu kentlerin her birinde, şaşırtıcı bir biçimde kendi kentinizin, o ana dek orada olduklarını bile fark etmediğiniz parçacıklarını topluyorsunuz bir taraftan da.  Rastlantısal ya da zorunlu olarak içinde yaşadığınız, bu gününüzü kuran, çocukluk anılarınızda var olan, ya da bir şekilde yolunuzun düşüp içinden geçtiğiniz veya sizin dünyanızdan geçerek unutulmaz izler bırakan kentlerin parçalarını buldukça, Marco’nun anlatısı daha da samimi geliyor. O zaman Cengiz Han’ın neden bu sonu gelmeyen sohbetlerdeki kent masallarını dinlemekten sıkılmadığını anlıyorsunuz sanki. Her biri ise süpriz bir şekilde gelip sizin zihinsel kentinize bağlanıveriyor.  Marco, bir gezginin ne kadar gezerse gezsin, zihninde hep sadık kaldığı, her defasında oradan çıkıp yine oraya döndüğü bir tek kent olduğundan söz eder durur. Adını anmasa da, anlattığı kentlerin her birinde bu kentten bir şeyler vardır hep. Ona göre, gezginin zihninde yer eden, önce fark etmeden iliklerine, oradan da bilinçaltının derinliklerine işleyen bir “ilk kent” tir diğer kentleri biçimlendiren.  Sizin iliklerinizdeki kent hangisi bilemeyiz, ama Marco’nun kenti Venedik..

“- Hiç sözünü etmediğim bir kent kaldı.
Marco Polo başını eğdi.
-Venedik, dedi Han.
İmparator istifini bozmadı.
-Hiç duymadım oysa adını andığını.
Ve Polo;
-Ne zaman bir kent anlatsam, Venedikle ilgili birşeyler söylüyorum. .... Diğer kentleri anlamak, farklılığını kavramak istiyorsam, gizli bir ilk kenten yola çıkmak zorundayım. Benim için bu Venedik.  “

Bütün keşiflerinde olabildiğince cömert davransa da, Venedik’i hem anlatmak, hem de kendine saklamak istediğini kolayca anlayabilirsiniz Marco’nun;

“- Belleğin imgeleri bir kez dile vurulup sözlerle sabitleşti mi silinip gider, dedi Polo, Belki de Venedik’i kaybetmekten, konuşarak onu bir çırpıda kaybetmekten korkuyorum. Kim bilir, başka kentlerden konuşurken azar azar onu kaybettim bile.”
Görünmez Kentler’in aslında yeterince dikkatle bakıldığında görülebilir olduğunu, ya da gözle görülen gerçek kentlerin, aslında gözün görmek istemeyeceği kadar asılsız olduğunu keşfetmek, Calvino’nun hiç hazzedilir bulmadığı gerçeklikten bir intikam alma şekli olabilir mi? Bilemiyoruz... Ama Marco’nun yerinde olsanız, sizin kentiniz nasıl olurdu? Ya da hangilerinin silinip gitmesini arzu ederdiniz? Üstelik gerçeklikle oynama şansınız olsa ve görmek istediğiniz kentin gerçekten var olup olmadığı ne Marco’nun, ne Han’ın ne de başkalarının umurunda olmasaydı...
“Bütün bunlardan sonra Zenobia mutlu ya da mutsuz kentlerden biri mi, bunu düşünmenin bir anlamı yok. Kentleri bu iki grupta toplamak yanlış, başka türlü ayırmalıyız onları: kentler vardır, yıllarla ve değişerek arzuları biçimlemeyi sürdürürler;  kentler vardır, ya arzularca silinir ya da arzuları siler, yok ederler.”
Tuğba

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Online Project management