Tuğba Erdil yazdı...
SALT GALATA ve "YERELDE MODERNLER"
Ustaları ve özgünlükleri, modernizm hayallerini stilize eden binalarıyla savaş sonrası Sovyet mimarlığına adanmış olan Yerelde Modernler Sergisi, mimarlık tarihi anlatımlarında Sovyet Mimarlığına dair eksik kalmış bu kesite dair detaylı bir bakış sunuyor, ilgilenenler için 8 Mayıs-11 Ağustos tarihleri arasında SALT’ın Galata’daki binasında izleyicilerini bekliyor.
İstanbul;
dünyada en çok hakeden şehirlerden biri olmasına rağmen, bir mimarlık
müzesi bile olmayan güzelim şehrimiz. Neyse ki
pratikte bu eksikliği büyük ölçüde gideren Salt’ın Galata binası imdadımıza koştu. Eskiden Osmanlı Bankası
olarak işlev gören, sonrasında Han Tümertekin’in başarılı restorasyonuyla Salt’ın Beyoğlu
şubesine alternatif olacağı düşünülen bina, kanımca son zamanlarda İstanbul’un şimdiye dek hiç sahip olamadığı mimarlık müzesi boşluğunu dolduran hoş bir yer oldu. Sergi, wokshop ve konferanslarıyla
gündemini sürekli yenileyen, mimari ve kentsel tartışmalar için dinamik bir alan yaratan bina,
araştırma merkezi, leziz cafeteryası ve restoranı, çok sevdiğimiz Robinson
Crusoe kitapçısı’yla sadece mimarlık öğrencileri, meslek çevrelerinden
olanların değil, kentte olup bitenlerle ilgilenen herkesin nitelikli ve keyifli
zaman geçirebileceği bir mekan.
SALT Galata, şu
günlerde ilginç bir sergiye daha ev sahipliği yapıyor; Yerelde Modernler. Sergi
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde (SSCB) modern mimarlığın mirasına
odaklanıyor. Bir zamanlar birliği oluşturan 15 ülkeden derlenen örneklerin yer
aldığı sergide, yerel mimarların 1960 ve 1970'lerdeki sıra dışı
uygulamalarından 1980'lerdeki Kağıt Mimarlığı hareketinin eleştirel yaklaşımına
geniş bir dönemin ürünleri inceleniyor. Yerelde Modernler, SALT için Georg
Schöllhammer tarafından, Ruben Arevshatyan'ın desteği ve Local Modernities adlı
araştırma projesinin temelinde hazırlanmış. Schöllhammer ve Arevshatyan'ın,
Klaus Ronneberger, Markus Weisbeck ve Heike Ander ile birlikte geliştirdikleri
Local Modernities, aynı zamanda Architekturzentrum Wien tarafından 2012'de
düzenlenen Soviet Modernism 1955-1991 Unknown Stories adlı serginin yapılmasına
vesile olmuştu.
Sovyetler
Birliği'nin dağılmasının üzerinden neredeyse 25 yıl geçmesine karşın, birliği
bir arada tutmuş olan toplumsal doku eski imparatorluğun sınır ötesinde hâlen
tanınmıyor. Bir yanda birlik duygusu yaratan, diğer yanda toplumsal çözülmede
etken olan mimarlık ve şehircilik, bu dokunun en güçlü bağlarını teşkil ediyor.
Tektip bir mekânda katmanlaşmış iç karşıtlıklardan muzdarip bu mimarlıklar
kıtası, günümüzde keşfedilmeyi bekleyen başyapıtlarla dolu. Yerelde Modernler,
bu coğrafyaya odaklanarak bütünüyle farklı bir toplum fikri için inşa etme
teşebbüsünü inceliyor. Her şey 1953'te Stalin'in ölümünden sonra,
"buzulların erimesi" olarak bilinen Kruşçev devrinde başladı. Ülkenin
modernleşmesine yönelik yeni ideolojik çağrı, kent mekânlarının belirgin bir
şekilde artmasıyla sonuçlandı. Bu durum, ekonomik kriz ve tükenen maddi
kaynaklar nedeniyle darboğaza giren SSCB'nin son yıllarına dek sürdü. Toplumsal
Gerçekçi mimarlık reddedildi; bilimsel ve teknolojik ilerleme ideolojisi yeni
bir kentleşmeyi beraberinde getirdi. Sergide yer alan projeler, her bir
cumhuriyetteki yerel planlama ofislerince tasarlanarak inşaat endüstrisinin
standartlarına göre uygulamaya kondu. Mimarlar, Uluslararası Üslup'un yanı sıra
1920'lerin Sovyet Modernizmi mirasını deneyimlediler ve süratle Geç Modernizm
dönemine özgü bir Sovyet dili geliştirdiler.
Yerelde
Modernler, aslında modernizmin ruhunda var olan asıl meseleyi, “ulusal bir
inşaat” ı anlatıyor, ya da Sibel Bozdoğan’ın Türk Modernizmini konu aldığı “Bir
Ulus’un İnşaası” kitabında göz önüne serilen mimari bir dil birliği ile
ulusallaşma yolunda verilen çabanın, Sovyet ülkelerindeki yansımaları gibi. Sergideki
projelerin her biri, uluslara yeni bir kimlik kazandırma idealizmi, ve bu
idealizmin verdiği büyük coşkuyla kendini sürekli yenileyen bir yeniden
yapılanma projesi olarak ele alınabilir. Üstelik bunlar, her projenin hazırlanmasından uygulanma aşamasına kadar
büyük bir coşku ve heyecanla hayata geçirilmiş projeler.
Bu coğrafyada
da modern mimarlık, toplumu dönüştürmek için gönüllü misyonerliğine devam etmiş
gibi görünüyor. Ancak projelerin hayata geçmesinden sonra yaşananlar, mimari
eserin ve ideallerin, gerçek yaşamda kağıt üzerinde durduğundan çok daha farklı
sonuçlar doğrduğu gerçeği ile yüzleştiriyor izleyiciyi. İlk tepklerin,
modernizmin evrensel ruhuyla gerçekleştirilen projeler ile, yerellik vurgusu
yapan diğer projeler arasında yaşanan bir gerilimden doğduğu da gözlenebilir.
Nitekim henüz 1960'larda, mekân ve mimarinin endüstrileşmesine yönelik bu
politikaya karşıt, eski tarihî şehri referans noktası alan eleştirel bir
hareket yükseldi. Mimarlar ve yerel seçkinler, mimarlığın resmî esaslarına olan
mesafelerini, bölgesel -ya da ulusal- kimlik arayışının bir teyidi olarak
gördüler. Böylece, merkez Moskova bürokrasisinin baskın politikalarına meydan
okuyan mimari bir avangart biçimlendi. Modernizmin her iki versiyonu -yerel
modern ve Sovyet melez- farklı konumlanmış modern yaşam tarzlarını yansıttı.
Bir taraftan
sergide, kaçınılmaz biçimde bir modernleşme pratiğinin gelişimi ve sonuçları da
gözlenebiliyor. Bir yandan modernleşmeye, diğer taraftan yerel alışkanlıklarını
sürdürmeye çalışan halkın, modern yapıların içerisinde yerelliklerini de
yaşatma çabaları, mimar ile kullanıcı arasındaki alışverişin ince ve keskin
gerilimini gözler önüne serer gibi. Kağıt üzerinde kurulan planlanış ve
kusursuz yaşam biçimleri, yaşamsal pratikte balkonlarından çamaşırlar sarkan,
özensiz ve kötü kullanılmış izlenimi yaratan cephelerinin giderek soluklaştığı
bir çehreye bürünebiliyor. Modern mimarinin tartışılmaz üstünlüğünü ve
kusursuzluğunu yansıtan toplu konutların, zamanla yerel halk tarafından ne
derece benimsenip nasıl kullanıldığı konusunda, Taşkent depreminden sonra
yapılan projeler fikir verir nitelikte. Modern mimarlık bir ideal kurmak
istemişti. Bireylere birer kimlik vererek toplumsal bir projeye dönüşmüş ve
kusursuz bir toplumsal yaşam pratiğini hayata geçirme hayalini kurmuştu.
Mimarlar bir düş kurdular; ama bu düşün ne kadarı hayata geçti? Sonuçta modern
konut, yerel kimliğe ve alışkanlıklara cevap verebildi mi? Modern ütopyayı
yaratabildi mi? Bu düşlerin bazılarının hazin sonları, 1960’lı yıllarda, halk
tarafından benimsenmediği için artık kullanılmak istenmediği gerekçesiyle
temellerine yerleştirilen dinametlerle yıkılan Pruitt İgoe yerleşiminin başına
gelenleri anımsattı bir taraftan da.
“ Mimarlar bir düş kurmuştu. Oysa artık mimarlık çok üzücü de olsa sanata ait niteliklerini yavaş yavaş kaybediyor, ve sonuçta mimara ne kalıyor? Biz ne düşünmüştük, onlar ne inşaa ettiler. Keşke bir proje gerçekleştirildiği zaman, tam mimarın hayalindeki gibi olsa.” (“Architects” filminden, Yönetmen: Vilen Zakaryan)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder